10 Temmuz 2011 Pazar

KÜÇÜK PRENS

"n'oublie pas, dit le renard, c'est le temps que tu as perdu pour ta rose qui fait ta rose si importante.
-c'est le temps que j'ai perdu pour ma rose... fit le petit prince, afin de souvenir..."

"unutma, dedi tilki, gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan.

- gülüm için harcadığım zaman... dedi küçük prens, hatırlamak için..."




Ne kadar büyürsek büyüyelim insanlar çocukluklarında alıyorlar esas biçimlerini. Çocukken okunan kitapların insanların geleceklerini belirlediklerine dair, hiç bilimsel olmayan ama derinden güvendiğim bir inancım var. Kocaman adamlar ve kadınlar olarak biz aslında hala çocuklukta okuduğumuz o ilk kitapların peşindeyiz, hala onların arkasından gidiyoruz.

O yüzden işte, o büyük büyük konuşmaların içinde, eğer yeterince güvende hissedersek, o eski kitaplardan, o kitapların bahsettiği doğrulardan söz ederken buluyoruz kendimizi.

O eski biçimlerimizden tanıyoruz, seviyoruz birbirimizi. Kalabalıklar içinde birlikte durmaya karar veren insanlara bakın. Mutlaka aynı kitapları okumuşlardır küçükken, aynı cümleler işlemiştir içlerine.


İlk okuduğu kitap ''Küçük Kara Balık'' olan bir çocukla, ''Kaşağı'' okuyan çocuk büyüdüğünde hayatları ne kadar bitişebilir mesela?

Ya da okudukları kitaplar birbirinden farklı olan bir adamla bir kadın birlikte olabilir mi?

Muhakkak birinin hep anlatamadığı bir şey vardır o ilişkide. Tarif edilemeyen, kapanmayan bir boşluk aralarında...

Küçük Prens,  ilk kitaplarımdan biri... Yalnızca kendisinden ibaret bir gezegende yaşayan yalnız çocuklara, bilgelere; sayılardan, krallardan, kendini beğenmişlerden, coğrafyacılardan, iş adamlarından bir yıldız kadar uzakta yaşayanlara adanmış bir kitap.

Etrafımızda gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın, insanlığın geldiği noktanın hazin bir iç eleştirisi; emeğe, görünenin arkasındakine, hakikate, yavaşlığa ve biricikliğe verilen değer...



"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. kimse sizin için canını vermez. buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.."  der Küçük Prens gülünü anlatırken.

Severek özelleşmenin, özelleştirmenin ne güzel ifade edilmesidir bu.
Hayatımızda sahip olduğumuz, gerçekten sevdiğimiz şeyler de böyle değil mi? Etrafta çok insan vardır ama hiçbiri o kişi değildir. Ona benzese bile, sizin gerçekten sevdiğiniz, birşeyleri paylaşmak istediğiniz kişi hep o kişidir başka biri değil. Onu “özel” yapan da budur zaten. Tıpkı gülü özel yapanın Küçük Prens’in sevgisinin olduğu gibi.


“Her şeyi karıştırıyorsunuz, karmakarışık ediyorsunuz, “ dedi sonra. Gerçekten kızmıştı. Altın sarısı buklelerini sağa sola sallayarak : “ kırmızı suratlı bir adamın yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adam hiç çiçek koklamamış, hiç yıldızlara bakmamış, hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş. Ve bütün gün “ önemli işlerim var, önemli işlerim var. “ deyip dururdu. Bundan büyük bir gurur duyardı. Ama o bir insan değil, bir mantar o ! "

Çevremizdeki mantarlar...:):):)


Çok soru soran, sorularına mutlaka cevap bekleyen ama kendisine sorulan soruların çoğuna sessiz kalarak cevap vermeyi tercih eden bir çocuktur Küçük Prens.
Kitabı okurken  bazı cevapları size bırakır, bazılarını ise hikayeleriyle anlatır, bazı cevapları ise siz yaşayarak öğrenirsiniz. 

'' Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır.'' cümlesinden özel şeyleri yaratmanın, sevdiğinize zaman ayırmanın kendi elinizde olduğunu öğrenirsiniz...

Gün batımını izlemenin üzgünken daha güzel olduğunu kötü olayları yaşadığınızda kendinizi sahile attığınızda farkedersiniz.. 

Kralın verdiği “insanin kendini yargilamasi baskasini yargilamasindan daha zordur” cevabından kendinizi yargılamanın gerçek bilgelik olduğunu görürsünüz...

“Ama kördür gözler insan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir...” cevabıyla öğrenebileceğiniz en güzel şeyi öğrenirsiniz sanırım...

Değişik yaşlarda okunmalı Küçük Prens'in hikayesi. İlk on, onbirlerde okunduysa mesela, yirmilerde, otuzlarda bir daha okunmalı, sonra bir daha... Her seferinde farklı hissettiriyor, farklı dokunuyor içinize velet!!!






 “Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur...

'' Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostların olacak. Hem sana bir armağan vereceğim..."

"Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... yalnızca senin gülen yıldızların olacak!"

" Beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! onlara 'yıldızlar hep güldürür beni!' diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun..."

HAMDİ RESTAURANT

Eminönü'ndeki meşhur Hamdi Restaurant.

Vasat, vasat, vasat.

Yemeklerin sunumu vasat.
Lezzeti vasat.
Hizmet kalitesi kötü.
Tabakları kapıp götüren, ''Çabuk ye, masa lazım'' hareketleriyle keyfinizi kaçıran, kırkbeş dakika bir şalı getiremeyen, özensiz servis personeli.

Güzel İstanbul manzarası sebebiyle turistlerin akınına uğrayan, bundan mütevellit ''Tok satıcı'' mertebesine erişmiş, adından başka bir özelliği kalmamış mekan.

Bu şehirde başka restaurantlarda, başka güzel manzaralar karşısında, çok daha  iyi ve güleryüzlü servis alip çok daha lezzetli yemekler yiyebilirsiniz.

Kısaca, gitmeyin.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

HERKES VE BİRKAÇ KİŞİ

Yağmur herkese yağar
güneş ısıtır herkesi
mevsimler herkes içindir
yalnız çığ altında kalan
sele kapılan her zaman birkaç kişi

herkes içindir aşk da ayrılık da
yalnızca birkaç kişi ölür acıdan
eskiden ölümle tartılırdı ayrılık
kiminin hayatı yalnızca unutkanlıktan

her şey, herkes için değildir oysa
kimi hiçbir şey öğrenmez karanlıktan
yalnızlığı kullanmayı bilmez kimi
kimi ayrılamaz karanlıktan

yağmur herkese yağar
ama çok az insan tutar yağmurun ellerini
onca şarkı onca film onca roman
ama sevmeye yetmez herkesin kalbi

çığ altında kalan sele kapılan
aşktan ve acıdan ölen
birkaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
aslında onların hikayesidir anlatılan
diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
geçer gider herkes
hikayelerdir geriye kalan.
                                                                          M.MUNGAN

7 Temmuz 2011 Perşembe

GÜL YAPRAĞI

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı
geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden
kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.

Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist,
kapıda duran yabancıya baktı. bir selamlaşmadan
sonra '' sözsüz ''konuşmaları başladı. Gelen yabancı
tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir
gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı ardına kadar açarak
yabancıyı içeriye aldı.
Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

1 Temmuz 2011 Cuma

NEVE ŞALOM




Anneannem ile Kadıköy balık pazarına giderken Surp Takavor Kilisesi'nin önünden geçerdik.
Hayatımda ilk kilise görüşüm o zamana dayanır.  ''Günah değil mi?'' diye sormuştum. Küçüktüm, bilememiştim ben, anneannem bilmişti. ''Neden olsun orası da Allah'ın evi,'' demişti. ''Sen kendi dualarını ettikten, kalbinden kendi inancını geçirdikten sonra...''
Beş vakit namazında bir kadındı, bambaşkaydı. Bana dua etmeyi o öğretti.

Kuzguncuk'ta otururken komşuluk yaptığı musevi, rum, ermeni dostlarını çok sever, onlardan hep sitayişle bahsederdi. Bana insanları ayırmamayı da o öğretti.

Neve Şalom'dayız. Sevgili arkadaşımın, nezaket gösterip, davet ettiği kardeşinin nikah töreninde.
Daha sokağın girişinde başlayan güvenlik önlemleri, 450 kiloluk çelik kapılardan, X-ray cihazından geçerek ve küçük bir sorgu sualle devam ediyor. Koltuk altlarına konmuş baretler, tören başlamadan yapılan güvenlik tedbirlerini hatırlatma anonsu içimi buruyor. Tedirginlik bir ibadethanede yaşanmaması gereken bir duygu. Mutlu bir olay için oradayız.

Seremoni ilk önce damat, annesi ve babasının salona girip, Teva'nın ( Dua okuma kürsüsü)  arkasındaki  koltuklara oturmaları ile başlıyor. Bunu takiben  gelinin annesi, kardeşi ve diğer bir grup akrabadan oluşan kortej salona girip en ön sıraya oturuyorlar. Gelinin annesi ve erkek kardeşi gruptan ayrılıp damadın ve ailesinin yanında yerlerini alıyor.
En son, ilahiler eşliğinde gelin babasının kolunda içeri giriyor, konukların arasından geçerek Teva'nın arkasına çıkıyor. Hepsi Ehal'ın ( Tevrat'ın rulolarının muhafaza edildiği dolap) önünde yüzleri salona dönük beklemeye başlıyorlar.

Töreni yöneten Hahambaşı yardımcısının evlilik kurumu hakkında yaptığı kısa bir konuşmadan sonra damat evlilik yüzüğünü kızın erkek kardeşi vasıtasıyla geline gönderiyor. Gelin de bunu kabul ediyor.

Evlilk töreni her ne kadar sosyal bir olay olsa da, musevi geleneklerine göre içinde tarihsel nitelikleri de barındırıyor. Damadın yerde duran bir bardağı ayağıyla basarak kırması da bunlardan biri. Toplumda değişik açıklamalar getirilse de bu ritüel musevilerin en mutlu anlarında bile Bet- Amiktaş'ın (Hz.Süleyman'ın mabedinin) yıkılışını unutmaması gerektiğini vurguluyor.

Bardağın kırılmasından sonra töreni yöneten kişi damada Ketuba denilen evlilik anlaşmasını imzalatıyor. Geleneklerine göre gelin evlenmeden önce damada drahoma denilen bir miktar para ödüyor. Ketuba, damadın bu parayı aldığına ve ayrılma durumunda geri ödeyeceğine dair bir anlaşma, kadın lehine hazırlanmış sosyal bir akit. İki tanık huzurunda damada imzalatılıp, gelin tarafına teslim ediliyor. Ve hoş bir ayrıntı; boşanmayı anımsatmaması için göz önünde  olmayacak şekilde saklanıyor.





Törenin son kısmı, baba otoritesinden koca otoritesine geçmeyi simgeleyen Hupa. Yanyana duran gelin ile damadın üzerine Tallit denilen ipek şal örtülüyor, onlar her iki ailenin iki yandan tuttuğu örtünün altında beklerken  dualar okunuyor.

En son arkadaki duvarda yer alan Ehal'ın kapakları açılıyor ve içinden görünen Tevrat'a doğru herkes ellerini kaldırıp dua ediyor.

Sıradan bir gün içinde, güvenlik önlemlerinden dolayı,  '' geçiyordum uğradım,'' diyerek bir sinagoga girebilmeniz mümkün değil. Belki de bir daha şahit olamayacağımız bu deneyim hoştu, değişikti.

Yaşar ile Rina çok mutlu olsunlar, huzurlu, sağlıklı, uzun yaşasınlar:):):)