15 Aralık 2012 Cumartesi

NEDEN Kİ?









Tam da ben aylardan beri Mishka'yı kurmaya çalışırken yine, yeniden defalarca önüme çıkan soru oldu bu; neden ki?
Neden, eski, alışılmış adıyla hostes, doğru tabiriyle kabin memuru olduğumu merak edip sordu bir çok kişi, özellikle de köklü ve sürdürülebilir bir aile işimizin olduğunu öğrendikten sonra, o işle meşgul olup daha konforlu yaşamak varken, neden bu kadar zor bir mesleği tercih ettiğimi merak ettiler.

Çocukluk hayalim miydi? Hostes olan akrabam mı vardı, aklımdan zorum mu?:)

Yılllar sonra katıldığım işe alım mülakatlarında duyduğum " Küçüklüğümden beri hayalim kabin memuru olmak " cümlesi " İngilizceyi CNBC-E dizilerinden öğrendim " ile yarışan popülerlikte bir cevaptı, her seferinde gülümsediğim.

Küçük bir kız çocuğu iken, telefon rehberinden bulduğum ülke kodlarına eklediğim uyduruk numaralardan Japonların, Amerikalıların, Çinlilerin hiç bir şey anlamadığım konuşmalarını ( en fazla 3-4 kelime " alo, kimsiniz, sapık! "demişlerdir herhalde) dinlemediğim boş zamanlarımda Katerina Witt olmak isterdim ben. İlkokul çağlarımın idolu rengarenk, ışıltılı kıyafetleri, zarif hareketleriyle bir buz patencisiydi.






Buzlu ve soğuk tek sevdiğim şeyin dondurma olduğunu düşünürsek bir KaterinaWitt olmamamın ne kadar isabetli olduğunu söyleyebilirim...bir de hayatın bize çok istediğimiz, ama o "en" derinde yatan, ruhumuzun o "en" arzu ettiği, ihtiyaç duyduğu şeyleri getirdiğini.

Onsekiz yaşında olanın hayata atılma heyecanı ve telaşı ile çok bilinçli yapılmış bir tercih değildi benimki. Bir üniversite çıkışı oturduğumuz cafede, sonrasında işe aynı zamanda başladığım, bir süre çalışıp ayrılan, şu anda her neredeyse çok mutlu olmasını temenni ettiğim Gökben ile gazete ilanını görüp başvurmaya karar verdik.
Tek aklımdan geçen hem okuyup hem kendi paramı kazanmaktı. Tam olarak ne iş yapacağımı, mutlu olup olmayacağımı, ne kadar süreceğini bilmiyordum. 19 yıl geçti...

Uçmaya başladıktan bir süre sonra anladım ki, ben okurken para kazanmak için değil; çocukken nasıl yaşadıklarını, konuştuklarını, nerede oturduklarını, ne yediklerini deli gibi merak ettiğim -umutsuzca aradığım numaralardan medet umduğum- hayatları görebileyim diye kabin memuru oldum.
O gün bu yüzden o cafeye gittim, o gazeteyi aldım ve o ilanı gördüm.

Çevrenizin dayatmaları, ailenizin sizin için uygun gördükleri; olması gerekenlerden, kaygılardan, kıskançlıklardan, egonuzun tutturmalarından doğan istekler değil de, ruhunuzun derinlerdeki gerçek, samimi istekleriyle buluşunca tamamlanmış hissediyorsunuz.

Tamamlanmış ve mutlu:)

Ben de en yorulduğum, tükendiğim, kızdığım günler de bile pişman olmadım bu mesleği seçtiğim için. 19 yılın tek bir günü bile.:):)

Ne güzel değil mi? Ne güzel...:)







7 Aralık 2012 Cuma

GEÇMİŞ OLSUN









Müjgan'dan
           Maria, Hande
                    Ve onlar gibi
                          olanlar için            











Sen '' La Lumiere '' filmini izlemiş miydin? Muhteşem bir kadın kapıdan içeri girer ve adam bu kadar güzel ve hayat dolu bir kadının varlığına inanamaz.
Sofia'yı her gördüğünde çok mutlu olan, kadının aşkıyla hayatına anlam, heyecan, tutku katan adam, bir gün Sofia'ya '' sana çok ihtiyacım var '' der. Tek bu cümlesi yeter.
Ama Sofia onu çok sevip, karşılığında hiçbir şey istemeden onun olunca...

Bilirsin, sen güzelliğine kıymet biçmeyince onlar da biçmiyorlar, sen çirkefleşmeyip hanımefendi kaldıkça seni değersiz kılıyorlar. Kim ki onları sevmiyor, özen göstermiyor, umursamıyor ve hatta kötü davranıyor; onları baş tacı ediyorlar. Bu acımasız oyunu, yüzyıllardır aynı biçimde döndürüyorlar.

Neden böyle oluyor peki sence? Biliyor musun, erkekler bu kadar güzel olanın kendilerini seçmesine inanamıyorlar önce.
İnandıkları anda da tüm güzel olan şeylerin üzerine çıkıp tepiniyorlar. Hak etmediklerini bildikleri için güzel olanı hırpalamadan rahatlamıyorlar.
'' Bu kadar yalnızlığa inanamıyorum, dayanamıyorum '' diye ağlamışsın bir gece yağmurlu bir sokakta.

Yazık! Senin gibi bir kadının bir adamı ne kadar korkutabileceğini anlamamış gibisin. Hele bir de sevgi dolu, aklı başında, kültürlü, görgülü ise nasıl ödünü patlatacağını bir adamın.

Güzellik de bir cehennemdir. Kimse sana inanmayacağı için en beteridir hem de. Hayatın içinde ilerlerken saçtığın ışıklar avcıları çağırıyor, bak! Peşinde olacaklar, eğer silahsız olursan saldıracaklar.
Zırhlarını kaldırdığın, gereketiğinde silahlarını çektiğin, sana dokunamayacaklarını anladıkları o andan sonra da iyice çirkinleşip bu kez hakkında konuşacaklar, bakışlarıyla aşağılayacaklar.

Öbürküler gibi olamadın değil mi? Onlar gibi iyi oynayamadın. İyi bir oyuncu olsaydın hakikaten, bu sahip oldukların gücü bırakacaktı eline. Bu kadar yalnızsan, yorulmuşsan tek başına, demek sen hakikaten '' oynayamadın ''.
Çünkü oynasaydın yenerdin.
Bu kadar çok şeye sahip olan oyuna oturmaya karar verirse yener çünkü.
Senin oynamadığına da inanmıyor kimse, değil mi?
Çünkü senin gibi olanın hırslı olamayacağını da almıyor kalın kafaları.

Sakin sesinle, yeterince içten, samimi, sıcak, yeterince gerçek konuşunca anlayacaklar, acını hissedecekler sanıyorsun. Avcıların merhametini dilemektesin. Bu dünya, bu ucuz cehennem kalbinin kırık ve gerçek sesini istemiyor, nasıl anlamazsın?
Herkes gibi cümleler kursana sen de. Görmüyor musun kafalarını karıştırıyorsun. Kafaları karışınca daha da saldırgan oluyor avcılar, onu da mı bilmiyorsun.

Sınıfına ihanet ettin sen, güzelliğine ihanet ettin; onlar gibi karşındakileri parmağında oynatmayı seçmedin.
Oyuna ihanet ettin sen; hakikaten konuşmayı, içten ve gerçek olmayı denedin.

Peki sen bunların, bu hesapsız ve oyunsuzluğun cezasız kalacağını mı sandın?

Geçmiş olsun kızım, geçmiş olsun.












12 Haziran 2012 Salı

SEVMEK BAHSİ...

Bir kadını 'onun hiç planlamamış olduğu ' bir anda sevivermek...
O öyle ayakta durup, duvardaki tabloları incelerken, camdan dışarı dalıp bakarken, sonra nedensiz, neşeyle yeniden dönüp sana gülümserken...
İzlendiğini bilmediği bir anda bir kadına, içinden bir dünya akıtmak...

Sevmek böyle bir şeydir belki; bir anın yarılması ve bütün bir zamanın o anın içine akmasıdır. Bütün bir kalbin o ana dolmasıdır...

Bir adamı ' onun hiç planlamamış olduğu ' bir anda sevivermek...
Kalabalıklar içinde çaya bisküvi batırıp yerken, o bisküvinin sana hatırlattığı alçakgönüllü, eski, küçük, temiz şeylerin aniden üşüşüp kalbini ele geçirmesi...
İzlendiğini bilmediği bir anda bir adama, içinden bir dünya akıtmak...

Sevmek böyle bir şeydir belki; birinin, öyle lalettayin yaptığı bir hareketin senin içinde bir yerlere dokunması, olduğu gibi davranan biri içini ısıtırken, bir anın bütün bir kalbe dolmasıdır...

Bir kadını ' hiç planlamamış olduğun ' bir anda sevivermek...
Beyaz bahçe koltuğunda ayakları altında toplu, tüm dikkatini kucağına döktüğü deniz kabuklarını süslemeye vermişken, sonra yüzünü buruşturup eline bulaşan mürekkebe bakarken...
Bir günün içinde, hiç de özel olmayan o anın, aşkı kabullendiğin an olduğunu anlayıvermen.

Bir adamı ' hiç planlamamış olduğun ' bir anda sevivermek...
Masadaki suya uzanırken, yorgun gömleğinin açılan kol düğmesinden görünen bileğine daldiginda, tam da o sırada birilerinin saçmalıklarından bahsederken, o seslerin silinivermesi, niyeyse senin zaman ve mekandan vakumlanıp, o hep hatırlanacak fotoğrafın, aşkla yüzleştiğin an olduğunu anlayıvermen.

Sevmek böyle bir şeydir belki; zamanın içinde gerçekleşen değil de, zamandan ve mekandan bağımsız, olup bitenlere sanki çekiliverdiğin yüksek bir noktadan bakıverdiğinde görebildiğin bir şey...

Sevmek şimdiki zamanla, dünya zamanıyla ilgili bir şey değil belki de...

Sevmek zamansız, ucu bucağı olmayan bir şey belki de...

10 Haziran 2012 Pazar

MESCİD-İ NEBEVİ 3

Mescid ilk yapıldığı zamanlarda hurma dalları yakılarak aydınlatılıyormuş. Daha sonra Suriye'den getirilen kandil yağları kullanılmaya başlamış.
1908 yılında ilk kez elektrik ile aydınlatılan Mescid-i Nebevi'de bugün her biri 5 metre çapında ve yaklaşık 2000 kg. ağırlığında 68 adet  bronz avize mevcut.





Mescid tek tip halı ile kaplı. Hemen hemen herkes bu halının üzerinde namaz kılıyor. Başka nerede kılacak diye soruyor olabilirsiniz...
Etrafta mescidin temizliği ile ilgili bir çok görevli dolaşsa da ve genel olarak çevre temiz görünse de, dünyanın dört bir tarafından, temizlik anlayışları farklı milletlerden insanların oraya ayak bastığı düşünüldüğünde -bir çok insan yalın ayak dışarıda dolaşıp, yine çıplak ayakla içeride halılara basmaktalar- halının hijyenik olmadığı aşikar.
Siz de benim gibi temizliğe önem veren biriyseniz, yanınızda seccade götürmeniz isabetli olacaktır. Ağırlık yapmadan taşınabilecek, çok hafif kumaştan yapılmış seccadeler işinize çok yarar.



Mescidin içinde bir çok noktada güvenlik ve naklen yayın kamerası var. Bunlar sayesinde mescidin her noktası görüntülenebilmekte. Kaldığımız otelde televizyondaki bir kanaldan canlı olarak hem Mescid-i Nebevi'yi hem de Mescid-i Haram'ı izleyebiliyorduk, genel bir yayın olduğunu tüm ülkeden izlenebildiğini düşünüyorum.

İçeride kuvvetli çalışan klimalar var. Soğutma yaklaşık 7 km. uzakta kurulmuş bulunan tesis­lerden tünel bağlantısı ile sağlanıyormuş. Dışarısı ile içerisinin ısı farkını düşünürseniz, hasta olmamak için yanınızda şal, hırka gibi şeyler taşımanız iyi olacaktır.

Vakit namazlarında mescid özellikle kalabalık oluyor, belirli bir süre önce giderseniz hem namaz kılmak için uygun yer bulursunuz hem de namaz öncesi ibadet etmiş olursunuz.


Kalabalıktan yer bulamayanlar içeride mermer geçiş yolları üzerinde ya da dışarıda namaz kılabiliyorlar.






Mescid-i Nebevi her saat açık, gece yarısından sonra kimse kalmıyor ancak sabah namazı öncesi  ibadet etmek veya teheccüd namazı kılmak isteyenler çok erken saatlerde de gidebiliyor.

İçeriye fotoğraf makinası sokmak yasak, kapılardaki görevliler tarafından çantalarınız aranıyor. Ancak zaman zaman detaylı bakmıyorlar, ondan faydalanabilirsiniz.

Mescidlere dışarıda gezdiğiniz ayakkabı, terlik ile giremiyorsunuz. Yanınızda bir poşet ve çanta
bulundurursanız yanınıza içeri sokabilirsiniz.

Kimse için temenni etmemekle beraber, herhangi bir rahatsızlanma, başınıza tatsız bir kaza, olay gelmesi ihtimaline karşılık tur şirketinizin üzerinizde taşımak üzere size verdiği kartları her daim yanınızda bulundurunuz.





26 Mayıs 2012 Cumartesi

MESCİD-İ NEBEVİ 2

Mescid-i Nebevî'nin ilk genişletilmesi Peygamber Efendimiz zamanında olmuştur. Bu genişletme için Hz. Os­man, kendi parasıyla mescidin çevresindeki bazı evleri satın alarak mescide bağışlamıştır. Bundan sonraki geniş­letme ve yenileme Hz. Ömer, onu takiben Hz. Os­man zamanında gerçekleşmiştir.

Daha sonra tarih boyunca Müslüman hükümdarlar, Osmanlı sultanları da pek çok yenileme faaliyetinde bulunmuşlardır. En önemli genişletme ve yenileme Sultan Abdülmecit zama­nında gerçekleştirilmiştir. Mescid-i Nebevî'de Osmanlı döneminde yapılan harika mimarî ve süsleme sanatı örnekleri göz kamaştırıcı güzelliğiyle hâlâ bugünkü mescidin orta ön kısmında varlığını sürdürmektedir.





Suudlular döneminde mescidi bugünkü hâline getiren en büyük genişletme ise kral Fahd zamanında gerçekleştirilmiştir. Aynı dönem her biri yaklaşık 60 ton ağırlığında açılır kapanır 27 adet kubbe eklenmiştir.
        








Mescidin 10 tane minaresi var. Minarelerin üstündeki hilaller altın kaplama olup, Türkiye’de imal edilmiştir.
         




Mescidi çevreleyen 81 adet kapı bulunmaktadır.





TO BE CONTINUED:)

24 Mayıs 2012 Perşembe

MESCİD-İ NEBEVİ




Bugün kandil, burayı bugün yazmak geldi içimden. '' Anmak '' oradaymış gibi hissetirsin diye...
Aşağıdaki tüm bilgileri nakleden ve bitmek tükenmek bilmeyen sorularıma  sabırla cevap veren İhsan Hoca'ya teşekkürler.


Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa'nın üstünlükleri onların peygamberler eliyle kurulmalarından gelmektedir.
Mescid-i Nebevi, takva üzerine kurulan son peygamberin mabedidir.


Allah Resûlü (s.a.s.), hicret sırasında Kuba'dan ayrılıp Medine-i Münevvere'ye gelince kendisini ağırlamak üzere yarışa girenlere, '' Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allah'ın razı olacağı bir yere kadar götürecektir'' diyerek, bindiği deveyi serbest bırakmış, devenin çöktüğü arazi, üzerine mescit yapılmak amacıyla buranın sahibi olan iki yetimden parası ödenerek satın alınmıştır.
Bu mescid, İslâm toplumunun şekillenmesinde ve devletin kurulmasında her türlü, dinî ve sosyal faaliyetin en önemli merkezi olmuştur.




İlk hali sütunlu revakların çevrelediği mütevazi bir avlu biçiminde olan caminin yapımı yedi ay sürmüş olup, inşasında peygamberimiz de bir işçi gibi çalışmıştır.
Mescidin ilk binası yapılırken duvarlar, taş ve kerpiç ile örülmüş, direkleri hurma ağaçlarından yapılmış, üzeri de hurma dalları ile kapatılmıştır.



Günümüze dek bir çok genişletme ve tadilat yapılan mescidin bir bölümü Hazreti Muhammed'in mübarek kabrinin bulunduğu Ravza-i Mutahhara'dır. Dışarıdan bakıldığında yeşil kubbenin altına denk gelmektedir.
Hz. Muhammed'in hemen yanında Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer'in de kabri vardır.



Mescid-i Nebevî’nin Alanı yaklaşık olarak 100.000 m², çevreleyen alan ile birlikte toplam 400.000 m²'ye yaklaşmaktadir.


Kapalı kısımlarda  400.000 kişi, çevresiyle birlikte yaklaşık 700.000 kişi aynı anda ibadet edebilmektedir.
 

21 Mayıs 2012 Pazartesi

BENİM UMREM 2 :)

Hilton'dan çıkıp sağa dönmüştük en son.

Günün ve gecenin her saati, ibadet etmek üzere çevrede olan insanlardan dolayı  Mescid-i Nebevi'nin önündeki meydan her daim kalabalık ve hareketli. Dolayısı ile güvenli bir şekilde dışarıda olabileceğinizi düşünüyorum.





Bir önceki yazıda bahsettiğim pasajın içinde çeşitli hediyelik eşya, telefon kartı, kumaş, kıyafet (özellikle ferace) satan dükkanlar bulabilirsiniz. (kıyafet konusu başlı başına bir yazı olacak kadar uzun, onu en sona bırakıyorum:))




Kumaştan anlamam, hiç ilgimi çekmez, buralardan alınır mı bilemem...






Ferace satan bir dükkan. Endişelenmeyin hepsi bu kadar kabus değil, gayet sade ve giyilebilir hatta çok şık olanları var. Ayrıca, daha sonra anlatacağım, ferace çok hayat kurtarıcı bir giysi:)





Bu pasaj haricinde yakın çevrede benzer bir çok dükkan göreceksiniz. Buralar dışında ihtiyaçlarınızı   karşılayabileceğiniz Bin Dawood adında ( Migros muadili) süpermarketler mevcut. Oralardan da su, yiyecek maddeleri ve diğer ıvır zıvırları tedarik edebilirsiniz.

TO BE CONTINUED...:)


18 Mayıs 2012 Cuma

BENİM UMREM:)




 Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescid vardır.
“Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”

(Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033) 



Üstüme başıma oralarda giymek üzere kıyafet ararken ‘’ Çağrıldınız yani, ne mutlu size ‘’ diyen satış görevlisi kıza , gayet safiyane ‘’ yoo kimse çağırmadı ben kendim gidiyorum ‘’ diye cevap verdikten sonra öğrendim mübarek beldeler için  çağrılmadan gidilmezmiş dendiğini…JJJ

Bir toplantı için Telaviv’e gittiğimde, ziyaret etme fırsatını bulduğum Mescid-i Aksa ve bir motor arızası sonrasında on- on iki saat konaklamak zorunda kaldığımız Medine’de gidebildiğim Mescid-i Nebevi’den sonra Mekke’de bulunan Mescid-i Haram’ı da ziyaret edip bu kutsal üçlemeyi tamamlamak çok uzun zamandır aklımdan ve gönlümden geçen bir şeydi.
Çok şanslıyım ki gerçekleştirebildim. Bir kez daha şükür ve teşekkür çağıranaJ


Benim için nelerle karşılaşacağımı bilmediğim, merak, heyecan ve genellikle mutlu hissettiğim bir yolculuk oldu.
Öncesinde yaptığım araştırmalarda, ne yazık ki ne çevremden ne de internetten sorularıma, benim beklediğim şekilde, cevap bulamamanın sıkıntısını yaşadım.
Gideceklere, bir de benim gözümden bir rehber olsun diye yazıyorum bu satırları. Başlık da o yüzden '' Benim Umrem''







Yaptığımız seyahat programı paralelinde, 03.00 saat süren uçak yolculuğu ile önce Medine’ye gittik. Umre grubu olduğunuz için havalimanında pasaport işlemleri uzun sürmüyor. Biz küçük (6 kişi) bir grup olduğumuzdan dolayı bagajlarımızı da alarak bir araya gelmemiz ve otele doğru yola çıkmamız  çok çabuk oldu. Eğer kalabalık bir gruba dahil olarak giderseniz, bu size havalimanından başlayarak diğer tüm programlarınızda zaman kaybettirecektir. En güzel kendi grubunuzu oluşturup gitmek, Allah sağlık, sıhhat verir ve kısmet ederse seneye ben yine butik bir grup ile gitmeyi planlıyorum.

Havalimanından şehir merkezi 10-15 Km, trafiği de göz önüne alırsanız en geç yarım saatte otelinizde oluyorsunuz. Yoğun programlar ve yerine getirilecek ibadetlerden kaynaklanan zaman darlığı, yorgunluk ve hava sıcaklığı bir araya geldiğinde Mescid-i Nebevi’ye yakın, yürüme mesafesinde bir otelde kalmak çok isabetli bir seçim oluyor. Kaldığımız Hilton ve gözüme çarpan Oberoi Hotel en yakın oteller.


                                           Medine Hilton'dan Mescid-i Nebevi fotoğrafı



Medine Hilton güzel, rahat ve lobbyde koltuğa düşürdüğüm rahmetli anneannemin tespihini bulup, bana geri vererek kalbimi kazanmış bir otelJ Tek hoşuma gitmeyen şey banyodaki havluların çok kullanılmaktan ve yıkanmaktan renk değiştirmiş olmasıydı. Neyseki yenileriyle değiştirilerek çözülebilen bir sorun oldu:)
Sabah ve akşam yemekleri (bence) yenebilir, çeşitli ve lezzetli.
Benim incelediğim umre programlarında tüm oteller açık büfe kahvaltı ve akşam yemeği veriyorlardı. Öğle ve sonrasında bir şeyler yemek isterseniz otelde oda servisi ve restaurantlar mevcut, yanınızda kraker, bisküvit gibi ya da daha da abartıpJJ börek, poğaça tarzı yiyecekler getirebilirsiniz, çevrede bol miktarda tavuk yemekleri satan yerler var (KFC dahil) ancak hijyen konusunda sıkıntı da var, yiyebilir misiniz bilemem…





Hilton otelini baz alırsak, otel çıkışından sağa döndüğünüzde fotoğrafta görünen yerlerin önünden geçerek Mescid-i Nebevi'ye ulaşacaksınız. Yolunuzun üzerinde bir kahveci/tatlıcı:) (en baştaki), para bozdurabileceğiniz Money Changer (TL'de kabul ediyorlar), tavukçular, içinde çeşitli dükkanların bulunduğu bir pasaj bulabilirsiniz.

TO BE CONTINUED...:):)



                                                        

8 Mayıs 2012 Salı

MAVİ LİMAN

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
                                                                                                  NAZIM HİKMET (1957)

1 Mayıs 2012 Salı

IT'S A WILD WORLD




Oh, baby, baby, it's a wild world
It's hard to get by just upon a smile
Oh, baby, baby, it's a wild world
I'll always remember you like a child, girl

I've seen a lot of what the world can do,
And it's breaking my heart in two,
Cause I never want to see you sad, girl



Önce Cat Stevens'ın söylediği, daha sonra Mr.Big'in coverladığı ne güzel şarkıdır bu.

Baby, It's a wild world...

Öyle sanıyorduk. Sanıyorduk ki koparıp atacak etimizi. Biz kılıçlarımızla koruyacağız kendimizi, koruyabildiğimiz kadar. Herşey çok sert geçecek sanıyorduk.

Küçüktük, ağzımızı burnumuzu sardığımız atkılarımız, içine gömüldüğümüz kocaman paltolarımız vardı.

Sanıyorduk ki, bir büyük ringde, yüz yüze, sert, yumruk yumruğa bir kavga olacak bu. Bir taraf yenecek ama hakkıyla bir mücadele olacak.
Herkesin elinde kılıç olacak. Hatta silahları karşı taraf seçse bile biz, atarak uzun atkılarımızı omzumuzdan ''sorun yok bayım!'' diyeceğiz.

Centilmence geçeçek maç. Güçlü olan ayakta kalacak. Ölen ölecek, cesedimiz hiç değilse yakışıklı olacak.
Hiç değilse onurlu bir mücadele olacak bu. Çünkü şarkı öyleydi: It's a wild world!

Oysa vahşi bir dünya değil bu. Vahşetin de bir haysiyeti, adaleti var kendine göre. Bu, sinsi, sümsük, yıvışık, mıyır mıyır, salyaları akan, terli elleriyle elinizi '' arkadaşça'' sıkan bir dünya.

Hiç düello olmuyor. Şöyle yumruk yumruğa giremiyorsunuz. Şöyle adam gibi davet edilmiyorsunuz dövüşe.
Çoğu kez sessiz bir gerilimle yiyip bitiriyor sizi. Berbat, iki yüzlü, poker oyuncuları gibi...

Sonunda siz de, kavga edecek kimseyi bulamamış bir halde, kocaman ellerinizle, elleriniz iki yanınızdan sarkarak öylece kalıyorsunuz.

Karşınıza çıkıp dövüşseler mesele değil. Ama hep ring dışındalar. Hep sessiz. Hep kaçak.
Hep arkadan vurmalar, ucuz hesaplar, çamur atmalar, çamura yatmalar.

O kocaman adamlar, kadınlar nasıl o kadar küçülüp girebiliyorlar o küçücük hesapların içine.
Ne akrobasi! Ne esneklik!

O kocaman adamlar, kadınlar nasıl ufalanıp, küçülebiliyorlar bu kadar...Yumruk atacak büyüklükte bir gövde bile bulamıyor insan bir süre sonra...

Vahşi bir dünya değil bu. Keşke olsa! Et ete çarpışsak keşke.

Şimdi bir yerde, kendini hayata, vahşi bir hayata hazırlayanlar varsa bilsinler ki, maalesef hiç de vahşi değil hayat.
Sinsi ve derinden içinizi yiyip bitirmeye çalışıyor sizi. Yumruklarınızı elinizden almaya çalışıyor önce, sonra yaralanmaya, yok olmaya karşı  cesaretinizi.

Ve en önemlisi atkınızı boynunuzdan almaya çalışıyor.

Atkınıza göz dikiyor Iago'lar. Lime lime etmek istiyorlar, istiyorlar ki alıp başını gidecek hali kalmasın o atkının.

Eğer bir yerlerde kendini vahşi bir hayata hazırlayanlar varsa öğrenecekleri tek bir şey var;

Atkılarını korumak.  Çünkü bir gün atkıyı alıp gitmek gerekebilir. Bir gün insanın atkısından başka bir şeyi kalmayabilir.

O zaman işte o uzun, kocaman kumaşı omuzdan öte tarafa atıp yıvışık yıvışık konuşmaların arasında, masadan kalkıp şöyle demek gerekebilir:

‘’Sorun yok beyler! Her şey buraya kadar’’

29 Şubat 2012 Çarşamba

BON VOYAGE:)






İnsan ancak yeniden canlanınca anlar ne kadar cansızlaştığını. Yaşlanmak, gitme korkusuyla başlar. İçine bir şüphe düşüyorsa kapıyı çarpıp çıkacakken, işte tam o an, yaşlanır insan.
İnsan, zaman içinde yaşlanmaz aslında. Bir ikindi, zamanın nasıl da geçtiğini düşündüğünde, düşündüğü bütün o zamanların yükü üzerine bindiğinde ihtiyarlar.

Sonra bir gün...


Bir gün kendini, daha yüz metre öteden insanın içine kasvet salan bir binanın camlı kapısında görürsün.
Birileri gelir geçer yanından, hayat akmaya devam eder. Sen donakalırsın. Dışarıdaki hiçbir sesi duymaz olursun.

Omzundaki çanta, elindeki dosyalara şaşırırsın. Üzerindeki takımı kim giydirdi sana. O inci kolyeyi kim taktı boynuna? Bu yüze bu mutsuzluğu kim çizdi? Sen neredeydin bunlar olurken?


Kimi zaman, senden beklenenler, yapılması gerekenler, söylenenler, söylenmeyenler, korunması gereken pozisyonlar, mali ya da manevi dengeler, o adamlar, bu kadınlar toplanıp, öyle bir gürültü oluşturmuştur ki, esas yapman gereken bu karmaşada kaybolmuştur. İç seslerin bu kakofonide duyulmaz olmuştur.

Orada öylece şaşkınlıkla donup kalmışken sessizlik içinde, camda eskilerden bir halini görürsün. O kızı ne kadar özlemiş olduğunu düşünüp, yanından insanlar geçerken, kendine dönmekten başka çaren kalmadığını farkedersin. İçinin sesi sana ulaşır, seninle buluşur.

''Bedeli neyse!'' der, '' kim üzülürse üzülsün!'' der, '' ne olacaksa olsun!'' der.

O an önünde derin bir uçurum açılır. Sen eğer oradan aşağı atlamazsan en derin karanlıklardan daha karasına gömülecek gibi hissedersin kendini.

Artık bu hayat, bu senin olmayan hayat, yakanı bıraksın, o uçurumun dibinde en beter cehennem olsa da atlayayım istersin.

Cehennem çukuru gibi garip bir yanılsamayla, bir anda kendine dönersin.

Sana uçurum gibi gelen boşluğun, kendini, kalbini, hayatını geri veren bir ferahlama, hafifleme olduğunu, o donup kaldığın an, o kız o camdan sana gülümserken anlarsın.

Bir gün, bir camlı kapıdaki görüntüne bakıp donakaldığında yola karar kılarsın...:)