23 Mart 2011 Çarşamba

IN THE MOOD FOR LOVE










Bir ritüeldir In the Mood for Love.
Yumeji’s Theme çalar.
Yağmur yağar.
Kadın hep birbirinden güzel elbiseler giyer.
Erkek ‘’ Kıyamete dek kalbim sana ait ’’ der.
İkisinin de gözlerinden aşk akar.


Ağır ağır, her anı yücelterek, her küçük ayrıntının hakkını vererek dolanıyor Wong Kar Wai kamerası Hong Kong sokaklarında, evlerinde, sigara dumanlarının içinde, yağmur damlalarının arasında.

Bir kadın ve bir erkeğin aşk öyküsüdür film. Hem çok sade hem çok görkemli.

Maggie Cheung’un zarafeti, ölçülü tavırları, hüznü, rengarenk elbiseleri, aklınıza mıhlanan Yumeji’s Theme ve merdivenler, merdivenler ve kaçamak bakışlar, Quizas Quizas Quizas ve kırmızı manto.

Hiç dile getirilmeyen bir aşk, beden dilinden ve yüz ifadelerinden bu kadar mı muhteşem anlatılır. Aralarındaki tek temas elele tutuşmaları olduğu halde, birlikte görüldükleri sahnelerdeki o yoğun elektrik, ağır erotizm ve tutku bu kadar mı hissettirilir seyirciye.

Aslında Wong Kar wai iki karakter arasında sevişme sahneleri çekmiş ancak bunları filme koymamayı tercih etmiştir. Bence çok da iyi yapmıştır. İçine cinsellik katmadan, büyülü bir aşkı, tutkuyu çok derin işlemeyi başarabilmiştir. Filmin sonunda Maggie Cheung’un yanında gördüğümüz çocuk Tony Leung’dandır.
Piyasada prim yapan Hollywood filmlerinin yanında bir Uzakdoğu filmi olarak fark yaratır.


Nefesimi kesmiş, boğazımı düğümlemiş, bittikten sonra bir süre konuşamamışımdır.

Aynı tarzda bir sürü elbisem olsaydı, ben hep bahar renklerini giyerdim.
Bu kadar aşık bir adam bana ‘’ Bir bilet daha olsa benimle gelir miydin? ‘’ diye sorsa, onunla her yere giderdim.
Kıyamete kadar bana ait olacak kalbe, kıyamete kadar ait olurdum.



17 Mart 2011 Perşembe

KOKU- DAS PARFUM


Dokunmak, görmek, tatmak, duymak…Hepsi kendi irademizle sonlandırabileceğimiz duyular. Gözlerimizi kapatabiliriz, dokunmayabiliriz, kulaklarımızı tıkayabiliriz, peki 
koku almadan ne kadar dayanabiliriz? Aynı zamanda ‘’nefes’’ demek olan bu duyuyu
ne kadar yönetebiliriz?
Koku almadan ne kadar durabilirsiniz?
Diğer bir deyişle  nefesinizi en fazla ne kadar tutabilirsiniz?
Kokular bizi ne kadar yönlendiriyor?
Bizi burnumuz mu yönetiyor?
Bir kokumuz olmasaydı?...


18. yüzyılda Paris’te, balık kokuları içinde, bir tezgahın altında doğan Grenoille (Fransızca’da kurbağa demektir) inanılmaz bir koku alma yeteneğine sahiptir ancak yaşı ilerledikçe kendisinin bir kokusu olmadığını keşfeder.
Herkesin kendine has olan ten kokusundan yoksun olması ve bu yüzden toplumda fark edilmemesi onu çılgın bir tutkuya sürükler.
Parfüm yapımını öğrenen Grenouille, hassas burnuyla ideal karışımlar elde edip, muhteşem parfümler yaratmaktadır. Ta ki en saf, en güzel kokunun insanlardan geldiğini, insan derisinden elde edildiğini keşfedene kadar…
Bu keşif onu bambaşka bir çılgınlığa götürecektir.


Sosyolojik ve psikolojik tahlillerle ‘’insanı’’ sorgulatırken, soyut bir kavram olan kokudan yola çıkıp, size Paris sokaklarını ter, alkol ve idrar kokularıyla, genç ve güzel bir kızı teninin kokusuyla hayal ettiriyor Patrick Süskind.

Hayatını insanoğlunun ruhunu çözmeye adamış, iç çatışmaların ve günahların derinliklerinde gezen Dostoyevski, yine insanın karanlıklarında dolaşıp, rastladıklarını portreleyen Kafka gibi, hastalıklı bir ruhu anlatırken sizi de bir katili anlama çabası içine çekiyor.

Şaşırtıcı finalinde,o müthiş güç ile; İnsanlarda sevgi uyandırmanın dayanılmaz ve alt edilemez gücü karşısında kalakalıyorsunuz.

Hikaye örgüsü, karakterleri çok başarılıdır ve bugüne dek okuduğum ‘’en iyi son’’ lardan biriyle biten kitaptır.


P.S: Beni kusursuz cümlelerine, Türkçe’mize, Türkçe’sine hayran bırakan çevirmen Tevfik Turan’a teşekkürler.


8 Mart 2011 Salı

KIRMIZI CUMARTESİ

66
83
164
317
663
1011
806
953


İki çocuk annesiydi.
Bir düğünde kuzeni ile dans etti diye kocasından öldüresiye dayak yedi.
Adam tutuklandı, ‘’ pişmanım’’ dedi, tutuksuz yargılamak üzere salıverildi.
Şiddet artarak devam etti.
Boşandılar.
Ölümle tehdit edilen kadının korunma talebi boşanmış oldukları için reddedildi.
Bir cumartesi günü kocası tarafından sokak ortasında öldürüldü.
İlk duruşmada öldürüldüğü 26 cm’lik bıçak ‘’öldürücü silah’’ kapsamında sayılmadı.
Kocası hafifletici sebep olarak hakarete uğradığını iddia etti.


O ve onun gibi, her gün  ruhsal ve fiziksel şiddet gören, tecavüze uğrayan, yönetemediğini yok et mantığındaki erkeklerin kendilerini ispat aracı olan, kendini savunamayan, konuşamayan, çaresizlikten katlanan, bile bile cellatlarının ellerine terk edilen  kadınlar…

Çok düzgün bir ailede doğmuş ve pamuklar içinde yetiştirilmiş olabilirsiniz. Etrafınızdaki erkekler olgun, modern, aklıbaşında insanlardır. Çevrenizde kadınlara saygısızlık yapan kimseyi görmeniz mümkün  değildir. Öyle rahat rahat yaşıyorsunuzdur, güvendesinizdir.
Ve çok yanılıyorsunuzdur.
Bir gün sokakta yürürken saldırıya uğrayabilir, tecavüz edilebilir, öldürülebilirsiniz.
Bırakın öldürülmeyi, biri gelip sizi sözle bile taciz edebilir, bu hakkı bulur kendinde.
Neden?
Sadece kadın olduğunuz için.

Gabriel Garcia Marquez’in ‘’ Kırmızı Pazartesi’’ isimli bir romanı vardır. Çocukluğunda şahit olduğu yaşanmış bir cinayet olayını anlatır. Söz konusu cinayet bağıra bağıra
 ‘’ Geliyorum’’ der, kasabadaki herkesin haberi vardır, herkesin ortasında işlenir ve kimse durdurmaz.
Herkesin öleceğini bildiği bir adamın, ona aşık bir kadının, katil olan iki kardeşin, suskunluğuyla ellerine kan bulaşan bir kasabanın hikayesidir.

2002 yılında 66,
2003 yılında 83
2004 yılında 164
2005 yılında 317
2006 yılında 663
2007 yılında 1011
2008 yılında 806
2009 yılında 953 kadın öldürülmüştür.


Görünüşe göre bize her gün kırmızı cumartesidir.
Suskunlukla ellere bulaşan kan lekesi çıkmayan bir lekedir.

Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar günü.
Kutlu olsun.


6 Mart 2011 Pazar

YÜZYILLIK YALNIZLIK




Çok çok uzun bir zaman önce.

Dünya çiçeği burnundayken, birçok şeyin adı yokken ve onlardan bahsederken parmakla göstermek gerekirken

Macondo’da işi bir türlü bitmeyen, sürekli doğaya yenik düşen bir ev vardır.
Bu evde hiç kimsenin aklı başında değildir

Siz bu deliler evinde dolaşıp durursunuz.
Tam yüzyıl boyunca…

Koca bir soy.
Dört kuşak Jose Arcadio’lar, Aureliano’lar.
Asiler, içine kapanıklar.
Askerler, zorbalar, aktivistler.
İlime adanmışlar, eğlenceye düşmüşler.
Mucizeler.
Yalnızlıklarından sıkılıp geri dönen ölüler.
Geri dönenlerle yalnızlıklarını paylaşan yaşayanlar.
Tüm erkeklerin, kadınların içinde yaşadığı tek başınalıkları.
Kendi halinde bir  köyken önce kasaba, sonra şehire dönüşen ve en sonunda kaçınılmaz yalnızlığına teslim olan Macondo.

Yüzyıllık hikayesi anlatılan aile fertlerinin sahip oldukları gücün, zenginliğin, güzelliğin, yeteneklerin, asaletin gelip geçiciliğini, en sonunda her birini yalnızlığa mahkum ederek vurgular Marquez.

Doğumlar, ölümler, aşklar, ayrılıklar, savaşlar, mücadeleler, yeniden doğumlar, ölümler…

İnsanlığın anlamsız dönüp duruşunu,  her şeyin kendini tekrar etmesini, yüzyıl boyunca değerlerin, inançların, tarihin, ekonominin, teknolojinin nasıl değiştiğini; toplumda adalet, din, siyaset, ordu konularının  ‘’ böyle gelmiş böyle gider’’ kaderini ince bir alayla saklar satırlarının arasına.

Büyülü gerçekçilik (Magic Realism) akımı denince akla ilk gelen bu roman, gerçekdışı olayları kusursuz bir anlatımla sıradanmış gibi aktarırken, siz kendinizi hikayeye kaptırır gidersiniz.

Güzel bir tat, naif bir gülümseme kalır sonunda…




2 Mart 2011 Çarşamba

ATEŞ YÜZLÜ





Marius Von Mayenburg'un ünlü ve ödüllü oyununu Siyah Beyaz Ve Renkli (SBR) sahneye koydu.

Güneş Sayın, Hüseyin Sevimli, Muharrem Özcan, Salih Bademci, Süreyya Güzel oynadı, Çağrı Şensoy yönetti.

Biz de Kenter Tiyatrosu'nda seyrettik.

Başlangıçta az çok herkesin evindeki normal bir yaşam gibi başlayan dört kişilik bir ailenin hikayesi, oyunun ilerlemesiyle bambaşka bir boyuta geçiyor. Anne, baba, erkek çocuk, abla ve ablanın sevgilisi arasında bilinmeyen, saklanan, konuşulmayan ne kadar çok şey olabileceğini anlatmaya başlıyor. İlgisizlik, kayıtsızlık, belki sevgisizlik ve görmezden gelme. Düştükleri açmazlardan kurtulmak için çırpınmaları ve uç noktalarda verdikleri tepkiler...

Seyredecek olanları düşünerek konu hakkında çok detaya girmek istemiyorum; Bir yemek masasında başlayan oyun, kayıtsızlıkların buhranlara, iniş çıkışlı duyguların hastalıklı tepkilere dönüşmesi, ensest, şiddet ve cinayet ile devam ediyor.

Hazmetmesi zor bir oyun ama toplumda görmezden gelinen şeylerin konuşulması, sorgulanması ve insanlığın nereye gittiğine dair ruh kanırtıcı bir yüzleşme adına ben tüm rahatsızlığıma rağmen başarılı buldum.
Oyuncuların performanslarını da çok dikkat çekici olmakla beraber, akışın çok hızlı olması, ani duygu geçişleri oyunda kopukluk yaratıyordu. Metin çözümlemesinde, metinin sahneye aktarılmasında bir eksiklik hissediliyordu. Bazı cümlelerin (çok az sayıda) biraz daha konuşma dilimize uygun kullanılması iyi olurdu diye düşünüyorum.

Bana eşlik eden arkadaşım beğenmese de, oyunda müzik kullanılması bana göre etkileyici bir unsurdu.

Siyah Beyaz ve Renkli, genç oyunculardan oluşmuş bir topluluk. Kendilerini şöyle tanımlamışlar;

Siyah Beyaz ve Renkli...
Birkaç gencin gerçekleşebilir rüyası.
Doğrunun yenisi.
Hazzın delisi.
Sınırın silgisi.
Paranın azı.
Çoşkunun cümlesi.
Duvarın balyozu.
Gerçeğin ta kendisi.
Masalın dostu.
Farkın bekçisi.
Çırağın ustası.
Yeninin ilerisi.
Eskinin yenisi
Umudun dirisi.
Kesiğin derini.
İnadın keçisi.
Yani siyah beyaz ve renkli.
Bir deliler birliği, non hiyerarşik bir gösteri örgütlenmesi.

Hepsine emekleri ve bu cesur duruş için teşekkür, alkışlarken çok daha güzel şeyler yapacaklarını hissediyorsunuz...

P.S: Oyun farklı yerlerde sahneleniyor. SBR'nin sitesinden takip edilebilir. Kenter Tiyatrosu nostaljik detayları, iyi oyuncuları ve oyunları ile benim sevdiğim bir mekandır ancak koltukları çok dar ve rahatsız.