19 Aralık 2011 Pazartesi

DİNLE NEY'DEN





DİNLE NEY’DEN DUY NELER SÖYLER SANA,
DERDİ VARDIR AYRILIKLARDAN YANA...

16 Aralık 2011 Cuma

SAPIĞINIZI SOBELEYİN:)






Biri veya birileri tarafından rahatsız ediliyorsanız, sağa sola sizinle ilgili çeşitli yalan ve hakaret dolu yazılar yazılıyorsa -mail yoluyla olabilir, blogunuza, ya da internetteki haber sitelerine yapılan yorumlar olabilir- artık bu kişileri tespit etmek hiç zor değil.

Tacizlerin başlangıcı 3 yıl öncesine dayanıyor.
KONYA'da yaşayan, hiç tanımadığım, görmediğim, varlığından bile haberdar olmadığım, hiçbir zararımın dokunmadığı biri hostes olmak istediği ve olamadığı için kafayı bana takıyor.

İş arkadaşlarıma telefon edip, MSN'den bağlanıp, iftiralar atarak beni herkese rezil edeceğini söyleyerek tehditler savuruyor. Daha o tarihten itibaren kim olduğu belli zaten.

Bana ilk önce Facebook'tan hakaret dolu mesajlar atmaya başlıyor.Sene 2008-2009
Ben kaale almıyorum. Facebook hesabımın ayarlarını yabancılardan (ve ruh hastalarından) mesaj kabul etmeyecek şekilde ayarlıyorum.

2009'daki ameliyatımdan sonra aileme telefon ediyor bu şahıs ve hakaret, iftiralarına devam ediyor.
Ailecek kaale almıyoruz, çok eğleniyoruz hatta, o kadar gerçek dışı ki söyledikleri...

Aynı zamanlarda şahsi mail hesabıma mailler başlıyor belirli aralıklarla. Hakkımda çıkan haberlerin altına amacına uygun yorumlar yazıyor.
Bu şahıs nasıl aklını yitirmiş ve kontrolden çıkmışsa, herşeyime dil uzatabiliyor.
Ben yine kaale almıyorum.

O kadar yazık biri ki, yazdıklarından görebiliyorsunuz. Hem akıl sağlığı yerinde değil, kendi yarattığı hayal dünyasında yaşıyor, hem durumu iyi değil -kedi ciğer meselesi mevcut-, hem Türkçe'si bozuk, kelimeleri yanlış ve konuştuğu gibi yazıyor...Nereye ait olduğu çok belli.

( Bir hostes olamadı diye, hiç tanımadığı birine karşı bu kadar obsessive olabilir mi bir kişi? Bu denli nefret duyup, sistemli bir şekilde rahatsız etmeye çalışabilir mi? Tabii bu  ''hostes olamama'' meselesi bizim bildiğimiz sebep, geçmişten kalan,bizim bilemediğimiz başka sebepler varsa...dedik ya o kısmını da biz bilemiyoruz artık ...)

Bu arada savcılık kendisini takip etmeye başlıyor, maillerin, blog yorumlarının KONYA'dan yapıldığı tespit ediliyor. Bu arada kendisi çok uzun zamandır blogumun en sadık takipçilerinden. Her giriş çıkışı, saati, okuduğu sayfalara kadar kayıtlı...

Ben yine ses çıkarmıyorum, üstünde durmuyorum. Ancak akıllanmayan sapığımız bir gece bana twitter'dan bulaşmaya kalkıyor. Ne talihsizlik!...

Ve ben yeter diyorum o an. Şikayetçi olmaya karar veriyorum.

Geçtiğimiz yıllarda kurulan Bilişim Suçları Müdürlüğü bu şahısları kısa sürede ve başarılı bir şekilde tespit ediyor ve yakalıyor. Gerisi sizin ne yapmak istediğinize kalıyor. Ben bizzat deneyimlemiş bulunmaktayım.

Benimki gibi sapıklara tavsiyem;
İşini düzgün yapan, bunun paralelinde bulunduğu yeri hakkeden, vicdan sahibi, merhametli, dürüst, güleryüzlü ve sevilen biri olmak suç değil. Bunlar sizden çalınmış şeyler de değil...

Sağa sola saldıracağınıza kendinizi geliştirmek için bir şeyler yapın, hayatta sizin de başarılı ve faydalı olacağınız alanlar vardır mutlaka.  Enerjinizi daha yararlı şeyler için harcayın bence...

Selam eder, hasretle gözlerinizden öperim:):)

10 Kasım 2011 Perşembe

ÖYLE BAKMA ÇÜNKÜ...

Güzel bahçeli bir ilkokulun penceresinden
dünyaya,
hayret, hasret ve biraz da
bayat bayram şekeri kederiyle bakan,
aklı canbaz, yanağı al,
sesi çilek aroması
bir çocuk oturuyor
gözlerinde...

                                         Y.E

16 Ekim 2011 Pazar

KYOTO




'' Tokyo küçük ve önemsiz bir köyken ve Osaka geleceğin Shogun'larının gözünde parlayan bir hayal iken, Kyoto Japonya'nın  muhteşem başkentiydi.'' diyor yaşlı Japonlar...


Japon İmparatorluğu’na 1000 yıla yakın başkentlik yapmış olan ve kültür başkenti olarak anılan Kyoto muhakkak görülmesi gereken şehirlerden.

Osaka’dan tren ile bir saat otuz dakikada ulaşabileceğiniz mesafede. 

Yüzyıllar içinde savaşlar, yangınlar, çeşitli felaketler geçirip bozulmadan ayakta kalabilen kent, tapınaklar, saraylar,parklar, bahçeler,çayevleriyle dolu. Muhteşem bir doğaya sahip, her yer yemyeşil...Ziyaret için en güzel zamanın kiraz ağaçlarının (Sakura) çiçek açtığı nisan ayı başları söyleniyor.





Şehirdeki tapınakların sayısı 2000 civarında, karşınıza adım başı bir tapınak, bir sunak, bir anıt ve farklı hikayeler çıkıyor.


Antik bir şehir olan, eski Çin  başkenti Xi’an'ın örnek alınarak kurulduğu söyleniyor.O kadar düzenli bir şeklide planlanmış ki hemen hemen tüm anayollar birbirlerine paralel ya da dik şekilde yapılmışlar. Ara sokaklar da ana yollara veya nehre gore konumlandırılmış.


Biz Osaka’dan günübirlik gidip geldiğimiz için kalmadık ancak her bütçeye uygun konaklayacak yer bulmak mümkün. Yılda 50 milyona yakın turist ağırlayan şehirde festival zamanları yer bulmak sıkıntı olabiliyor, seyahat tarihinizin festivallere denk gelip gelmediğinden emin olmanızda, festival zamanı gidecekseniz erken rezervasyon yaptırmanızda fayda var.


Kyoto’da gelenekselleşmiş bir çok festival gerçekleşiyor. Bunlardan en dikkat çekeni ve görselliği en görkemli olanı şüphesiz Daimonji.
Bu festival her yıl, 16 Ağustos akşamı, saat 20.00’den itibaren sırayla Kyoto’yu çevreleyen 5 ayrı tepede ateşler yakılmasıyla başlıyor. Japonca karakterler oluşturularak yakılan ateşler içinde en önemlisi Ginkakuji Tapınağı’nın hemen üstündeki tepede, ilk sırada yakılan ve festivale de adını veren Daimonji.











17 Eylül 2011 Cumartesi

OSAKA 3






Osaka notlarına devam;

Japonlar…her daim saygılı, düzenli, saf, temiz, bakımlı…

Sokaklarda ayakkabıları ayaklarına büyük gelen Japon kadınlar (hemen hemen tüm kadınlar büyük ayakkabı giyiyor…? Nedenini öğrenemedik), saçlarını sarıya boyatmış Japon gençler, bisiklet kullanırken şemsiye tutan, aynı zamanda telefonlarına mesaj yazabilen
Ve kaza yapmayan her yaştan insan göreceksiniz, şaşırmayın!!:)J
Bisikletleri kilitlemeden park yerlerine bırakıp gidebiliyorlar. Kimse kimsenin malını çalmıyor…!

Gündelik ihtiyaçlarınızı karşılamak için marketler mevcut, eczanelerin dışında bazı marketlerden reçetesiz satılan birçok ilacı temin etmeniz mümkün. Zararsız ağrı kesici, bitkisel uyku ilacı, yara yanık kremlerini bulacağım diye eczane aramanıza gerek yok.
7 Eleven’lar sabaha kadar açık.

Şehrin her yanında içecek ve sigara otomatları var.

Japon yemekleri yiyemeyenler için adım başı Mc Donald’s mevcut.

Japon yemeklerini yiyebilenler için seçenek çok fazla; Sushi yapan yerler, Tempura Restaurantları, bunlardan da sabaha kadar açık olanları var.





Miso çorbası Japon mutfağının bilinen yemeklerinden. Soya filizleri, yosun, taze soğanı
Fiks içeren, diğer malzemeleri değişebilen (istiridye, yengeç, sebze, et) bir çorba.
Tadı, benim için biraz fazla tuzlu olmakla beraber, fena değildir. Japonlar bu çorbayı genellikle kahvaltıda içmeyi tercih ediyorlar.




Tempura, Japon tarzı deniz ürünleri ve sebze kızartmaları. Un, kabartma tozu ve bir çeşit nişastaya bulanan yiyecekler susam yağında kızartılıyor. Yanında servis edilen sosu da lezzetlidir. Çok severim, gönül rahatlığı ile yiyebilirsiniz.

Yurtdışında süpermarket gezmeye bayılırım, buradaki süpermarketler de muhakkak görülmeli…özellikle sebze, meyve bölümleri. Sebze ve meyveler tek tek satılıyor, bizdeki gibi seç, torbaya doldur olayı yok. Hoş, seçmeye gerek de yok, çünkü hepsi bir örnek.
Boyutları, renkleri, üzerilerindeki çizgiler bile…hepsi ayrı,ayrı paketlenmiş ve satışa sunulmuş durumda. Fiyatları bizden pahalı.



her şeyin 100 yen’e satıldığı dükkanlara gidin. Envai çeşit ıvır zıvır bulacaksınız. Bahçe, mutfak, ev eşyaları, kırtasiye malzemeleri, parti süsleri…Çok keyifli…J


Tüm caddelerde oyun salonları var ve ağzına kadar her yaş diliminden Japonlarla dolu.




Sokaklarda başıboş kedi, köpek görmek imkansız. Sadece yanlarında gezdirdikleri köpeklere rastlayabiliyorsunuz. Onların da hepsi ufak cinsler. Japonya’da hiç kedi görmedim desem…J

Osaka Kalesi, Aquarium (değişik be ilginç türleri barındıran çok büyük akvaryum), Universal Stüdyoları ( Florida’dakini görmüştüm, oradakinden küçük ama yine de eğlenceli) görülmesi gereken yerlerden.

Eğer zamanınız varsa, ki her şehri 1 günde gezebiliyorsunuz, metro + tren bağlantılarıyla 1.00-1.30 saat süren Nara, Kyoto ve Kobe’ye gidilebilir.



15 Eylül 2011 Perşembe

OSAKA 2





Osaka notları;

Osaka Kansai bölgesinde bulunuyor. Sanayi merkezi ve bir liman kenti.

Konuşulan Japonca Tokyo’da konuşulandan farklı. Bir rivayete göre sadece dilleri değil, yapıları da farklıymış. Burada yaşayanların Tokyo ve civarında yaşayanlardan daha sıcak kanlı olduğu söyleniyor.

Şehir son derece düzenli ve temiz. Yerlerde çöp görmek imkansız. Bu kadar düzgünlük bir Türk olarak size çok garip gelebilir.

Çok güvenli. Etrafta polis göremiyorsunuz. Dışarıdan normal ofis gibi görünen küçücük polis merkezleri var. Onca arabaya, kalabalığa rağmen trafik, metro, yollar, kaldırımlar her şey tıkır tıkır işliyor.
Yurdumuzda eksik olmayan hırsızlık, kapkaç, sarkıntılık gibi olayları orada yok.  Sabahın 3’ünde  bile yürüyüşe çıktığınızda bomboş sokaklarda korkusuzca gezebiliyorsunuz.
Herhangi bir eşyanızı bir yerde unutursanız veya düşürürseniz siz geri dönüp alana kadar malınıza sahip çıkıyorlar, güvenlik görevlilerine teslim ediyorlar ya da  size verebilmek için arkanızdan kilometrelerce koşabiliyorlarJ


İngilizce bilmiyorlar, bilenleri de utangaçlıktan konuşmaya çekinebiliyor.Ancak bir şey sorduğunuzda dönüp uzaklaşmak yerine el,kol hareketleriyle kendilerini parçalarcasına cevaplamaya çalışıyorlar.


Pratik zekadan yoksunlar. Bu kadar büyük ve başarılı bir toplum nasıl pratik zekadan yoksun olur anlayabilmiş değilim. Menüdeki domates soslu makarnayı sossuz isteyin, bakın neler oluyor. Bir de çok yavaşlar. Herşeyi yavaş yapıyorlar. Ciddi bir sabır sınavı veriyorsunuz.


Şehir içinde otobüs, taksi ve metro ile gezebiliyorsunuz.
Otobüs duraklarında otobüsün ne kadar zaman içinde geleceği elektronik bir tabelada gösteriliyor ve örneğin, otobüsün gelmesine …. dakika, … saniye kaldığına dair Japonca ve İngilizce anons geliyor.

Taksilerin hepsi siyah renkte ve çok temiz. Taksi şöförlerinin hepsi siyah takım elbiseli, beyaz eldivenli papyon veya kravatlılar. Taksilerin kapısını siz binip, inerken otomatik tuşa basıp açan, arabasında asla sigara içmeyen nazik insanlar.

Metro ağı çok geniş ve kullanışlı. Metro istasyonlarına, çalışan kişilerin günün stresinden arınmaları ve rahatlamaları için ‘’doğa sesleri’’ yayını yapılıyor. Kuş, su, yağmur, deniz, dalga sesleri gibi…






.

26 Ağustos 2011 Cuma

OSAKA

Japonya’nın ikinci büyük kenti Osaka.
Çok uzun zaman sonra bir kültür projesi için buradayız. Her bir şeyleri kamerayla kayda alıyoruz.
Çekim yapmak hem eğlenceli, hem zor ama en en en zoru Japonlara neden çekim yaptığını anlatmak. Film sektörüne bakış açım değiştiJ Japonlara bakış açımı ise hatırladım sadeceJ

Japonya Türk yolculardan vize istemiyor ancak nisan ayından bu yana çipli pasaport talebi var. Eski model pasaportla gidene girişte zorluk çıkartıyorlar. Bu sebepten ya çipli pasaport ya da Japon Konsolosluğundan vize alınması gerekiyor.

Japon Konsolosluğu Levent’te Tekfen Tower’ın 10.katında. Vize başvuruları sabah 09.00-11.00 arası. Genelde dört gün sonraya veriyorlar, vize teslimatı 14.00-16.00 arası yapılıyor.







Osaka Kansai İnternational Airport on saat otuz dakika sürdü İstanbul’dan.

Çok seyahat eden ve havalimanlarına aşina olanların bildikleri gibi Kansai değişik bir yapıdır ve uzakdoğu insanının mühendislikte ne seviyelere ulaştığını görmek için güçlü bir kanıttır.

Yer kürenin gördüğü en büyük sarsıntılara  mukavemet göstermesi ve denizin hareketli zeminine çakılmış  kazıkların üzerinde sorunsuz ayakta kalabilmesi insanı daha da büyülüyor.


Yapımı 1987 yılında başlamış, deniz duvarı 1989'da tamamlanmış. Duvar taştan yapılmış, 48.000 tetrahedral bloklardan oluşmuş.30 metre derinlikteki duvar 10,000 işçi, 80 geminin günlerce çalışmasıyla, üç dağdan kazılan 21,000,000m3 toprak ile doldurulmuş.

1990 yılında yapay adayı anakaraya bağlayan köprü inşa edilmiş. 1 milyar dolara malolmuş

Üzerindeki yapıların ağırlığı nedeniyle yavaş yavaş batacağı tahmin edilen ada, beklenin çok üzerinde bir batış yaşayınca proje; 20 yıllık planlama, 3 yıl süren inşaat ve harcanan milyon dolarlardan sonra modern mimarlık tarihinin en pahalı yatırımı olarak tarihe geçmiş.
Bu proje yapımından çıkarılan dersler, öğrenilenler daha sonra Hong Kong Uluslararası Hava limanının yapımında yardımcı olmuş.

1991 yılında ada üzerinde yapımına başlayan terminale adanın batışını kompanse edebilmek için kolonlar eklenmiş. Japon hükümeti harcamaları azaltmak adına terminali küçültmek istese de, mimar Renzo Piano terminali orjinal ölçülerinde yapmak için direnmiş ve yapmış

Havalimanı, 1994 yılında resmi olarak açılmasından bir yıl sonra, 17 Ocak 1995 yılında gerçekleşen, 6500'e yakın kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan ve merkez üssü sadece 20 km uzaklıkta olan Kobe depreminde, yapının esnek bağlantı yerleri nedeniyle,  hiçbir zarar görmemiş, pencereleri bile kırılmamış.

1998 yılında hızı 200km/h fazla bir tayfundan da hasarsız çıkıp. 2001 yılında Milenyum sivil mühendislik ödülünü almış. Hakketmiş!:):)

Kansai Havalimanının toplam maliyeti 20 milyar dolar olarak kayıtlarda yer alıyor.

Modern ve büyük bu terminalde pasaport kontrolünden geçtikten sonra gate'lere ulaşabilmek için küçük trenlere biniyorsunuz.

Yine havalimanında bulunan tren ile Osaka şehir merkezine 50 dakikada varabilirisiniz. Süre araba yolculuğu için de aynı.

Tokyo'ya geçmek isteyenler için, Osaka'dan Tokyo uçak ile bir saat.

To be continued:)

10 Temmuz 2011 Pazar

KÜÇÜK PRENS

"n'oublie pas, dit le renard, c'est le temps que tu as perdu pour ta rose qui fait ta rose si importante.
-c'est le temps que j'ai perdu pour ma rose... fit le petit prince, afin de souvenir..."

"unutma, dedi tilki, gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan.

- gülüm için harcadığım zaman... dedi küçük prens, hatırlamak için..."




Ne kadar büyürsek büyüyelim insanlar çocukluklarında alıyorlar esas biçimlerini. Çocukken okunan kitapların insanların geleceklerini belirlediklerine dair, hiç bilimsel olmayan ama derinden güvendiğim bir inancım var. Kocaman adamlar ve kadınlar olarak biz aslında hala çocuklukta okuduğumuz o ilk kitapların peşindeyiz, hala onların arkasından gidiyoruz.

O yüzden işte, o büyük büyük konuşmaların içinde, eğer yeterince güvende hissedersek, o eski kitaplardan, o kitapların bahsettiği doğrulardan söz ederken buluyoruz kendimizi.

O eski biçimlerimizden tanıyoruz, seviyoruz birbirimizi. Kalabalıklar içinde birlikte durmaya karar veren insanlara bakın. Mutlaka aynı kitapları okumuşlardır küçükken, aynı cümleler işlemiştir içlerine.


İlk okuduğu kitap ''Küçük Kara Balık'' olan bir çocukla, ''Kaşağı'' okuyan çocuk büyüdüğünde hayatları ne kadar bitişebilir mesela?

Ya da okudukları kitaplar birbirinden farklı olan bir adamla bir kadın birlikte olabilir mi?

Muhakkak birinin hep anlatamadığı bir şey vardır o ilişkide. Tarif edilemeyen, kapanmayan bir boşluk aralarında...

Küçük Prens,  ilk kitaplarımdan biri... Yalnızca kendisinden ibaret bir gezegende yaşayan yalnız çocuklara, bilgelere; sayılardan, krallardan, kendini beğenmişlerden, coğrafyacılardan, iş adamlarından bir yıldız kadar uzakta yaşayanlara adanmış bir kitap.

Etrafımızda gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın, insanlığın geldiği noktanın hazin bir iç eleştirisi; emeğe, görünenin arkasındakine, hakikate, yavaşlığa ve biricikliğe verilen değer...



"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. kimse sizin için canını vermez. buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.."  der Küçük Prens gülünü anlatırken.

Severek özelleşmenin, özelleştirmenin ne güzel ifade edilmesidir bu.
Hayatımızda sahip olduğumuz, gerçekten sevdiğimiz şeyler de böyle değil mi? Etrafta çok insan vardır ama hiçbiri o kişi değildir. Ona benzese bile, sizin gerçekten sevdiğiniz, birşeyleri paylaşmak istediğiniz kişi hep o kişidir başka biri değil. Onu “özel” yapan da budur zaten. Tıpkı gülü özel yapanın Küçük Prens’in sevgisinin olduğu gibi.


“Her şeyi karıştırıyorsunuz, karmakarışık ediyorsunuz, “ dedi sonra. Gerçekten kızmıştı. Altın sarısı buklelerini sağa sola sallayarak : “ kırmızı suratlı bir adamın yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adam hiç çiçek koklamamış, hiç yıldızlara bakmamış, hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş. Ve bütün gün “ önemli işlerim var, önemli işlerim var. “ deyip dururdu. Bundan büyük bir gurur duyardı. Ama o bir insan değil, bir mantar o ! "

Çevremizdeki mantarlar...:):):)


Çok soru soran, sorularına mutlaka cevap bekleyen ama kendisine sorulan soruların çoğuna sessiz kalarak cevap vermeyi tercih eden bir çocuktur Küçük Prens.
Kitabı okurken  bazı cevapları size bırakır, bazılarını ise hikayeleriyle anlatır, bazı cevapları ise siz yaşayarak öğrenirsiniz. 

'' Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır.'' cümlesinden özel şeyleri yaratmanın, sevdiğinize zaman ayırmanın kendi elinizde olduğunu öğrenirsiniz...

Gün batımını izlemenin üzgünken daha güzel olduğunu kötü olayları yaşadığınızda kendinizi sahile attığınızda farkedersiniz.. 

Kralın verdiği “insanin kendini yargilamasi baskasini yargilamasindan daha zordur” cevabından kendinizi yargılamanın gerçek bilgelik olduğunu görürsünüz...

“Ama kördür gözler insan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir...” cevabıyla öğrenebileceğiniz en güzel şeyi öğrenirsiniz sanırım...

Değişik yaşlarda okunmalı Küçük Prens'in hikayesi. İlk on, onbirlerde okunduysa mesela, yirmilerde, otuzlarda bir daha okunmalı, sonra bir daha... Her seferinde farklı hissettiriyor, farklı dokunuyor içinize velet!!!






 “Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur...

'' Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostların olacak. Hem sana bir armağan vereceğim..."

"Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... yalnızca senin gülen yıldızların olacak!"

" Beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! onlara 'yıldızlar hep güldürür beni!' diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun..."

HAMDİ RESTAURANT

Eminönü'ndeki meşhur Hamdi Restaurant.

Vasat, vasat, vasat.

Yemeklerin sunumu vasat.
Lezzeti vasat.
Hizmet kalitesi kötü.
Tabakları kapıp götüren, ''Çabuk ye, masa lazım'' hareketleriyle keyfinizi kaçıran, kırkbeş dakika bir şalı getiremeyen, özensiz servis personeli.

Güzel İstanbul manzarası sebebiyle turistlerin akınına uğrayan, bundan mütevellit ''Tok satıcı'' mertebesine erişmiş, adından başka bir özelliği kalmamış mekan.

Bu şehirde başka restaurantlarda, başka güzel manzaralar karşısında, çok daha  iyi ve güleryüzlü servis alip çok daha lezzetli yemekler yiyebilirsiniz.

Kısaca, gitmeyin.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

HERKES VE BİRKAÇ KİŞİ

Yağmur herkese yağar
güneş ısıtır herkesi
mevsimler herkes içindir
yalnız çığ altında kalan
sele kapılan her zaman birkaç kişi

herkes içindir aşk da ayrılık da
yalnızca birkaç kişi ölür acıdan
eskiden ölümle tartılırdı ayrılık
kiminin hayatı yalnızca unutkanlıktan

her şey, herkes için değildir oysa
kimi hiçbir şey öğrenmez karanlıktan
yalnızlığı kullanmayı bilmez kimi
kimi ayrılamaz karanlıktan

yağmur herkese yağar
ama çok az insan tutar yağmurun ellerini
onca şarkı onca film onca roman
ama sevmeye yetmez herkesin kalbi

çığ altında kalan sele kapılan
aşktan ve acıdan ölen
birkaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
aslında onların hikayesidir anlatılan
diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
geçer gider herkes
hikayelerdir geriye kalan.
                                                                          M.MUNGAN

7 Temmuz 2011 Perşembe

GÜL YAPRAĞI

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı
geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden
kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.

Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist,
kapıda duran yabancıya baktı. bir selamlaşmadan
sonra '' sözsüz ''konuşmaları başladı. Gelen yabancı
tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir
gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı ardına kadar açarak
yabancıyı içeriye aldı.
Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

1 Temmuz 2011 Cuma

NEVE ŞALOM




Anneannem ile Kadıköy balık pazarına giderken Surp Takavor Kilisesi'nin önünden geçerdik.
Hayatımda ilk kilise görüşüm o zamana dayanır.  ''Günah değil mi?'' diye sormuştum. Küçüktüm, bilememiştim ben, anneannem bilmişti. ''Neden olsun orası da Allah'ın evi,'' demişti. ''Sen kendi dualarını ettikten, kalbinden kendi inancını geçirdikten sonra...''
Beş vakit namazında bir kadındı, bambaşkaydı. Bana dua etmeyi o öğretti.

Kuzguncuk'ta otururken komşuluk yaptığı musevi, rum, ermeni dostlarını çok sever, onlardan hep sitayişle bahsederdi. Bana insanları ayırmamayı da o öğretti.

Neve Şalom'dayız. Sevgili arkadaşımın, nezaket gösterip, davet ettiği kardeşinin nikah töreninde.
Daha sokağın girişinde başlayan güvenlik önlemleri, 450 kiloluk çelik kapılardan, X-ray cihazından geçerek ve küçük bir sorgu sualle devam ediyor. Koltuk altlarına konmuş baretler, tören başlamadan yapılan güvenlik tedbirlerini hatırlatma anonsu içimi buruyor. Tedirginlik bir ibadethanede yaşanmaması gereken bir duygu. Mutlu bir olay için oradayız.

Seremoni ilk önce damat, annesi ve babasının salona girip, Teva'nın ( Dua okuma kürsüsü)  arkasındaki  koltuklara oturmaları ile başlıyor. Bunu takiben  gelinin annesi, kardeşi ve diğer bir grup akrabadan oluşan kortej salona girip en ön sıraya oturuyorlar. Gelinin annesi ve erkek kardeşi gruptan ayrılıp damadın ve ailesinin yanında yerlerini alıyor.
En son, ilahiler eşliğinde gelin babasının kolunda içeri giriyor, konukların arasından geçerek Teva'nın arkasına çıkıyor. Hepsi Ehal'ın ( Tevrat'ın rulolarının muhafaza edildiği dolap) önünde yüzleri salona dönük beklemeye başlıyorlar.

Töreni yöneten Hahambaşı yardımcısının evlilik kurumu hakkında yaptığı kısa bir konuşmadan sonra damat evlilik yüzüğünü kızın erkek kardeşi vasıtasıyla geline gönderiyor. Gelin de bunu kabul ediyor.

Evlilk töreni her ne kadar sosyal bir olay olsa da, musevi geleneklerine göre içinde tarihsel nitelikleri de barındırıyor. Damadın yerde duran bir bardağı ayağıyla basarak kırması da bunlardan biri. Toplumda değişik açıklamalar getirilse de bu ritüel musevilerin en mutlu anlarında bile Bet- Amiktaş'ın (Hz.Süleyman'ın mabedinin) yıkılışını unutmaması gerektiğini vurguluyor.

Bardağın kırılmasından sonra töreni yöneten kişi damada Ketuba denilen evlilik anlaşmasını imzalatıyor. Geleneklerine göre gelin evlenmeden önce damada drahoma denilen bir miktar para ödüyor. Ketuba, damadın bu parayı aldığına ve ayrılma durumunda geri ödeyeceğine dair bir anlaşma, kadın lehine hazırlanmış sosyal bir akit. İki tanık huzurunda damada imzalatılıp, gelin tarafına teslim ediliyor. Ve hoş bir ayrıntı; boşanmayı anımsatmaması için göz önünde  olmayacak şekilde saklanıyor.





Törenin son kısmı, baba otoritesinden koca otoritesine geçmeyi simgeleyen Hupa. Yanyana duran gelin ile damadın üzerine Tallit denilen ipek şal örtülüyor, onlar her iki ailenin iki yandan tuttuğu örtünün altında beklerken  dualar okunuyor.

En son arkadaki duvarda yer alan Ehal'ın kapakları açılıyor ve içinden görünen Tevrat'a doğru herkes ellerini kaldırıp dua ediyor.

Sıradan bir gün içinde, güvenlik önlemlerinden dolayı,  '' geçiyordum uğradım,'' diyerek bir sinagoga girebilmeniz mümkün değil. Belki de bir daha şahit olamayacağımız bu deneyim hoştu, değişikti.

Yaşar ile Rina çok mutlu olsunlar, huzurlu, sağlıklı, uzun yaşasınlar:):):)

27 Haziran 2011 Pazartesi

BY LAST SHADOW PUPPETS




innocence and arrogance entwined,
in the filthiest of minds.
she was bitten on her birthday and now,
a face in the crowd she's not
and i suspect that now forever the shape she
came to escape is forgot.
and it's a lot to ask her not to sting and give
her less than everything,
around your crooked conscience she will wind.


18 Haziran 2011 Cumartesi

SET BALIK




Kireçburnu'nda Set Balık. Hüma kuşum ile beraber. Gecikmiş bir doğum günü kutlamasını ve geçenlerde yaşanan bir kalamar faciasını telafi etmek üzere:)

Herşey, her zamanki gibi muhteşem.

Boğaz'ın dibinde açık havada olmak.
Hızlı ve özenli servis.
Güleryüzlü, nazik, konuşkan servis elemanları.
Hepsi birbirinden lezzetli yiyecekler.

Set Balık 1986’dan beri hizmet veren, babadan oğula geçmiş olan bir aile işletmesi. Kalitesinden hiç ödün vermeyen, uygun fiyatlarıyla, kazıklanmadan  Boğaz'da balık yenebilecek bir restaurant.
Hep çok dolu olduğu için mutlaka rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Haftasonu için bir kaç gün önceden hatta...

Giderken seçim de yapmak gerekiyor ( en azından bizim için :));
Ya salata, soğuk mezeler ve ara sıcaklardan yenecek ya da sadece salata, balık. Ziyafete son noktayı koyan tatlıları da düşünürsek, hepsinin aynı sofrada yenmesi mümkün değil gibi görünüyor. Yiyebilen varsa tebrikler!

Tüm yiyecekler çok çeşitli ve değişik. Farklı karışımlar (örneğin Curry ve safranlı ) deneyip, yeni tatlar yaratmakta çok başarılılar.

Karides güveci ( kullanılan tereyağ çok özel), safranlı deniz mahsülleri pilavını, fener balığından yapılan Cağ kebabını, kalamar köftesini, tatlı ekşi soslu karides köftesini (Uzakdoğu mutfağı sevenler buna bayılabilir),
acılı balık kokoreci, ana yemeklerden patlıcanlı deniz çipurasını denemenizi özellikle tavsiye ederim.

Tatlılara gelince, çikolatalı sufleye tapan ve bir çok yerde yemiş biri olarak, İstanbul'da en iyi yapan yer olduğunu söyleyebilirim.

Senelerin dostu Ferda Bey'e bu güzel mekan için  bir kere daha, bin kere daha teşekkür ediyoruz:):)

16 Haziran 2011 Perşembe

BİLARDO TOPLARI

Ayrıldığımız gündü.
Mutfaktaydık, buzdolabının yanında, kapısı açıktı, herşey bambaşka görünüyordu yüzüne vuran o soğuk ışıkta.
''biliyor musun,'' dedin. ''sen neye benziyorsun biliyor musun?''
Epeydir aradığın şeyi bulmuş olmanın hem sevinç, hem keder veren gizi bir an için bulandırmıştı yüzüdeki tedirginliği, kırıklığı. Sis açığa çıkmıştı. Sonra yavaşça çevirip başını yüzüme baktın kuyuya düşmeye benzeyen derin bir korkuyla.

''neye?'' dedim, yanyanayken yaşadığımız ayrılığın adını sorar gibi, ''neye?''
''bilardo toplarına.''
''neden?'' dedim.
''yazgını hep başkalarının ıstakalarının insafına bırakıyorsun da ondan...''

Bir uçurum gibi derinleşen sessizlik o an başlamıştı bile bizi birbirimizden uzaklaştırmaya
beni terketmeden önce yaptığın son konuşma oldu bu.

Sonra iki arkadaşım geldi, birinin omuzunda ağladım, hangisiydi şimdi hatırlamıyorum. Sonra birlikte başka bir kente gittik, anlarsın ayrılığın ilk günlerine o eve katlanamazdım,
sonra ben başka aşklara, sonra başka evlerin duvarlarına başka takvimler astım.
Şimdi ne zaman birinden ayrılsam ıstakaların sesi patlıyor kulaklarımda
ardından bilardo topları
dağılıyor dört bir yana
seni hatırlıyorum o soğuk ışıkta bir daha
bir daha
bir daha

                                                                          MURATHAN MUNGAN-YAZ GEÇER

13 Haziran 2011 Pazartesi

MESNEVİ'DEN

Birisi geldi, bir dostun, bir sevgilinin kapısını çaldı;

Sevgili, '' kimsin a güvenilir er, '' dedi.

Adam, '' benim '' deyince, '' git, ''dedi;

''şimdi çağı değil, böylesine sofrada ham kişinin yeri yok.''

Ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir,

ikiyüzlülükten ne kurtarabilir?

O yoksul gitti, tam bir yıl yollara düştü;

sevgilinin ayrılığıyla kıvılcımlar saçarak cayır cayır yandı.

O yanmış yakılmış kişi pişti; olgunlaştı.

Geri geldi, yine sevgilinin evinin çevresine düştü.

Yüzlerce korkuyla, yüzlerce defa edebi gözeterek

kapının halkasını çaldı; ağzından edebe aykırı bir söz

çıkacak diye de korkup duruyordu.

Sevgili, ''kapıdaki kim?'' diye bağırdı.

Adam, ''a gönüller alan,'' dedi, '' kapıdaki sensin ''

Sevgilisi, '' mademki bensin, gel içeriye gir,'' dedi.

''ev dar, iki kişi sığmıyor. "

                                                        Mesnevi C. 1, Sh.3068-3075

11 Haziran 2011 Cumartesi

KADIN




Bir erkeğin düşünsel yeteneği, estetik birikimleri ne olursa olsun, hayatta durduğu kat, içine doğduğu kattır, tanıdığı ilk kadının, annesinin onu bıraktığı kat...

Giyim zevkinin bulunmadığı bir bahçede doğduysanız, giyim zevkinizin gelişmiş olduğu bir bahçeye sizi ancak bir kadın götürür.
Sofraların inceliklerle donatılmadığı bir katta doğduysanız, incelikli sofraların bulunduğu kata sizi götürecek olan da bir kadındır.

Birlikte olduğunuz kadın değiştiğinde, değişen yalnızca bir kadın değildir, hayatın neredeyse bütünü değişir, bir başka kata, bir başka bahçeye geçersiniz, orada herşey farklıdır.
Dinlediğiniz müzik, okuduğunuz kitap, yediğiniz yemek, gittiğiniz yerler, buluştuğunuz arkadaşlar, hatta taktığınız kravat bile değişir.
Bir erkeği hayatın içinde kadınlar gezdirir, hayatın katları arasında kadınlar dolaştırır.

Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz,
bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz,
esprili bir kadına rastlarsanız espriniz,
zeki bir kadına rastlarsanız zekânız gelişir;
yeni huysuzluklar, kaprisler, kavga nedenleri, acılar da öğrenirsiniz.

Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır; Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir.
Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.
Ve, bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdaki kadının terası, manzarası, hayatıdır; hayatın hangi katında durduğunuzu, yanınızdaki kadının durduğu kat belirler.
Hayatınız seçtiğiniz kadındır
Siz bir kadın değil, bir hayat seçersiniz...

5 Haziran 2011 Pazar

BENCE MALUMDUR





Dikenin kalbime battığı bir sonbahar günüdür
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
bulutlar senin gözlerinin üstünde yürürler
içini kurtlar kemirir
bence malumdur

Buğulanmış camların arkasında masmavi yüzün
senin ateşler içinde olduğun
bence malumdur

Ellerin muhakkak çocuk elleridir
hep kimsenin bilmediği türküler düşünürsün
onlar neden daima okul türküleridir
süleymancıktan bahseder
kara toprakta açık yeşil bir yıldız gibi akıp giden
süleymancıktan
ve karınca yuvalarından bahseder
ışıksız kömürsüz karınca yuvalarından
gökyüzünde kızıl bir hilalin kaydığını görürsün
sen ansızın gökyüzünde görünürsün
gözlerinin rengi
bence malumdur

Elinde değildir akşam serinliğinde üşürsün
eylül'den itibaren geceler hazindir uzundur
sokaklar yorulur uykuya varıp gelirler
sokakların üstüne bulutlar gelirler
bulutların üstüne yıldızların gözleri gelir
bir yıldız bir yıldızın ardınca gider
yıldızların kayboldukları yer
bence malumdur

Karanlıkta bir şeyler kopar dağılır
uzaktan yabancı sesler duyulur
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
elin hayallerimi dağıtır
bilirsin
sen elini bulutların içinde gezdirirsin

                                                                      ATİLLA İLHAN

2 Haziran 2011 Perşembe

KADIRGA

Senelerce, senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde... ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce, senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık

uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir Kadırgada iki korsan
tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak yada dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk.

kara görünmüyordu yokluğumuzda
kara çok uzakta
sahiller millerce
uzaktaydı birbirimizin yokluğunda
neyimiz vardı öfkeli bir gençlikten
mağrur inceliklerimizden
ve geceler boyu kısık yıldızlar altında anlatılan
ihanetlerin kara bilgisinden başka
biliyorduk geldiğimiz yer Atlantis
o yitik ütopya
gittiğimiz yer de ora
Senelerce, senelerce evveldi;
sen yoktun
bu aşk başladığında
Seneler, senelerce evveldi;
sen yoktun
ben de yoktum
bu aşk başladığında

                                                      M.MUNGAN-YAZ GEÇER

28 Mayıs 2011 Cumartesi

TESTOSTERON




Bir Moda gecesi daha, yine Oyun Atölyesi, yine keyifli bir oyun. Bunun sonu Moda'ya taşınmaya varacak korkarım:)

Çok uzun zamandır yazılıp çiziliyor bu oyun hakkında. Beğenenler, beğenmeyenler...'' Konu yok,çok küfür var;'' diyenler, müstehcen bulanlar, terk edenler, yok efendim bir kadın olarak çok rahatsız olanlar, izleyip anlayamayanlar:):)

Bu tarz yorumları dikkate almıyorum, alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Sanatın her çeşidi, duygular
seyirciye içtenlikle hissettirildiği takdirde başarılıdır. Mutluluk, sevinç, acı, hüzün, müstehcenlik, komiklik, hepsi buna dahildir. Yani demek istiyorum ki; Seyrettiğiniz oyunun illa ki bir Shakespeare olması gerekmiyor.
Tiyatronun sadece ciddiyet içermesi gerektiğini düşünenler izlemesin bu oyunu.

Biz çok eğlendik, salonda da gülmeyen kimse yoktu.

Bundan sonrası spoiler:)

Perde Reservoir Dogs filminden, bir grup erkeğin, tabiri caizse, ''erkek muhabbeti'' ile açılıyor. (Sahnenin yukarısına asılmış iki plazma televizyonda filmden bir bölüm izliyorsunuz)
Daha sonra sahneyi yedi tane erkek alıyor. Oyun, bu erkeklerin kadınlarla ve birbirleriyle olan ilişkileri üzerine kurulu.
Evet çok fazla küfür var, kadınlara sayıp döktükleri yerler de var, ancak dikkatli bakılıp, özü yakalandığında kadınları aşağılar gibi görünürken aslında acımasızca erkek eleştirisi yaptığı ortaya çıkıyor. Çok zekice!
Zaman zaman irkildiğiniz ani çıkışlar oyunun genelinde bir yere oturuyor. Kadınlar hakkında yapılan tespitlere de katılmamak elde değil:)

Oyunda, sahnede hiç kadın olmamasına rağmen erkekleri nasıl yönettikleri vurgulanmış. Erkeklerin hormonlarının kurbanı olduğu, hormonları sebebiyle kadınların parmaklarında oynatıldıklarına dikkat çekiyor.
Ve hayatı kadınların yönettiğinin altı çiziliyor.

Senaryo derin değil (konusu yok diyenler bunu kastediyor sanırım:)) ama çok hareketli, kıvrak bir dili var. Özellikle ikinci perdede tempo çok yükseliyor.

Sahnedeki birbirinden yetenekli yedi insanın gerçek birer sanatçı olduğunu farketmek hiç de zor değil. Her anını, her saniyesini hissederek, müthiş bir içtenlikle oynadılar. Özellikle Cornel'i canlandıran Onur Ünsal ve garson rolündeki Tuna Kırlı çok iyiydi.

Finalde hepsi birlikte çok hoş bir şarkı söylüyorlar. Hem oynadılar hem çaldılar hem söylediler. Müthişlerdi. Dakikalarca ayakta alkışlandılar, tüm salonu çoşturdular.

Seyretmek isteyenler bir dahaki sezonu beklemek zorundalar zira bu haftasonu son üç oyun oynanıyor.

15 Mayıs 2011 Pazar

KATONA TWINS



Gitarın büyücüleri. Akbank Sanat'ta gecemizi büyülediler.

Zoltan ve Peter Katona. Dünya onları Katona Twins olarak tanıyor.

Budapeşte, Frankfurt ve Londra'daki Kraliyet Müzik Akademisi'ndeki eğitimleri 10 yaşında başlayan Zoltan ve Peter Katona, bugüne dek bir çok uluslararası ödül almış ve New York Carnegie Hall, Londra Royal Festival Hall Purcell Salonu ve Wigmore Hall, Manchester Bridgewataer Hall, Frankfurt Alte Oper ve Köln Philarmonie dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanında resitaller vermiş bir ikili.

Klasiklerden, tango müziğine kadar çok geniş bir repertuara sahipler, buradaki konserlerinde ise başta Rossini olmak üzere, Bizet, Granados, De Falla'nın bestelerinden seçtiklerini seslendirdiler.

Joaquin Rodrigo'nun, 2. Dünya Savaşı sırasında Paris'te bestelediği gitar konçertosu en güzel kısmıydı diyebilirim. Sevgili dayım ile en keyif alarak dinlediğimiz, orjinal ismiyle, Concierto De Aranjuez birbirinden güzel üç bölümden oluşuyor. Allegro Con Spirito, Adagio, Allegro Gentile.

Özellikle Adagio'u senin için dinledim dayıcığım. Beyoğlu gecesinde yükselen melodiler umarım olduğun yere kadar ulaşmıştır.

10 Mayıs 2011 Salı

KARAKÖY'DE KAHVALTI

Çooook özlenen güneş nihayet tepemizde. Biz de deniz kıyılarındayız bundan böyle. (Hoş, söz konusu deniz olunca bize yaz kış bayram:))
Boğazda, adalarda, Moda'larda:)
Bu haftasonu nerede kahvaltı edelim diye aranırken kendimizi Namlı'da bulduk.
Envai çeşit ithal ve yerli peynir, zeytin, salam, sucuk, roast beef ve zeytinyağlılar.
Çok aç gitmişseniz çıldırmak mümkün:)
İçerideki standlar önünde kendinizi kaybetmeniz de mümkün.
Herşeyden satın alıp, ziyafeti eve taşımak da çok keyifli olabilir.
Ya da yanınıza alıp daha sakin, ıssız yerlerde piknikimsi takılmak...







Yediğimiz herşey çok başarılıydı. Menemen hariç. Bugüne dek hiçbir yerde evdeki kadar iyi yapılmış bir menemen yemediğimi rahatlıkla söyleyebilirim sanırım. Bol domates az biberli menemeni sevemedim. Tam deniz kıyısında değil. (ama çok yakın)

Arabanızı katlı otoparka bırakabilirsiniz, ayrıca kapısında vale servisi de var.

Karaköy Namlı'ya mutlaka gidin, muhteşem lezzetlerden mahrum kalmayın. Afiyet olsuuuuuunnnnn:)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

NEVER LET ME GO

                                    DİKKAT! AĞIR SPOİLER:)





                                              BENİ ASLA BIRAKMA



Konu orijinal, değişik. Tempo iç kıyıcı. Çok daha iyi kurgulanıp, işlenebilir, hareket katılıp çekilebilirdi. Fazla dram içeriyor.

Bir takım ölümcül hastalıkları organ nakliyle iyileştirmek adına tarlada domates yetiştirir gibi insan yetiştiren bir okul. Büyütüldükleri, yaşadıkları okulun sınırların dışarısı hakkında eksik ve yanlış bilgilendirilmiş, kişiliklerinin gelişmesine izin verilmemiş, öğretilmiş çaresizlikten muzdarip ve uygun yaşa geldiklerinde organları parça parça alınıp ölecek çocuklar.

Bu çocuklardan Kathy, Ruth ve Tommy'nin hikayesi bu film.

18 yaşına geldiklerinde bağış zamanını beklemek üzere belirli yerlere dağıtılan artık genç kadın ve erkek olmuş bu çocuklar, diğer insanlarla ve popüler kültürle karşılaştıklarında onlara hiçbir anlam veremiyorlar.

Film boyunca "neden kaçmıyorlar" sorusu kurcalıyor insanın kafasını. Hepimiz aynı şeyi geçirmişiz içimizden seyrederken.
Doğdukları andan itibaren bu şekilde formatlanmış  bireylerin aslında ölüme karşı koyan içgüdüleri var, en azından erteleme alıp aşık oldukları kişiyle biraz daha zaman geçirme isteğine sahipler ve bunun mümkün olmadığını öğrendiklerinde isyan bile ediyorlar ama kimse kaçmayı denemiyor ya da intihar etmeyi ya da başka bir karşı koyuşu...

Ancak düşünüldüğünde olayın özü zaten bunun olmaması; bu çocukların kaçmayı bir seçenek olarak akıllarına getirmemeleri. Üstüne üstlük bunu engelleyecek hiçbir mekanizma yokken...

Beyinler şekillendirilerek yaratılan öğrenilmiş çaresizliğin ne kadar güçlü olabileceğini görüyorsunuz filmde.
Gerçek hayatta da, bir çok örneğini görebileceğimiz mahkumiyetlerle, dışarıdan bakan biri için kapitalist sistemin, dinsel baskıların, mutsuz ilişkilerin kişileri perişan etmesine rağmen insanların bundan kaçmak için çaba göstermiyor olması gibi bir öğrenilmiş çaresizlikle paralellik kuruyor aslında.

Bu bakımdan başarılı bir sistem eleştirisi olarak değerlendirilebilir, biz çarka kapılmama mücadelesi ile yaşamaya çalışıp,orası burası çizilen, isyan edebilmeyi, karşı durabilmeyi göze alıp, paralanan seyirciler olarak bu boyun eğmeyi kabullenemedik diye düşünüyorum.

Kendilerine biçilen hayata razı olup, mutsuz ve duyarsız bir şekilde misyonunu tamamlamayı bekleyenlere, kafalarındaki sınırlardan dışarı çıkamayanlara, isyan edemeyenlere bir ağıt olsun bu film.

Oyunculuklar ve görüntüler gayet iyiydi. Mark Romanek görüntü konusunda başarılı bir yönetmen. Mekanlar, soluk renkler filmin dram havasına uygun seçilmiş.

Dram, ağır tempo sevenler ve buraya kadar okuyup '' sonun bilmek beni rahatsız etmez '' diyenler seyredebilir:):)

7 Mayıs 2011 Cumartesi

TOKYO RESTAURANT



Sushi sevenlerdenseniz, ki biz öyleyiz, size şiddetle Tokyo Restaurant'ı tavsiye ederim. Tokyo ve Osaka'yı saymazsam:):)  en iyi sushiyi burada yediğimizi söyleyebilirim. Çok geniş yelpazeye sahip menüsünde Japon mutfağına özgü diğer lezzetler de mevcut.

Başlangıçta tabii ki tuzlu Edamame kemirmek adetten, Karides ve Sebze Tempura'yı muhteşem yapıyorlar.
Yasaitame denenmeli. Bana hitap etmiyor ama Magura'yı tadanlar beğeniyor.

Sushico'nun fast food tarzının yanında ambiance çok hoş. Üst katta exclusive odacıklar şirin. Yastıkların üzerinde, yerde oturmak mümkün.

Ali Bey ve ekibinin ilgisi, sevgisi, saygısı her daim muhteşem. Tüm yiyecekler usta Bi'nin eline çıkıyor.

Fiyat konusuna gelirsek, İstanbul'daki diğer uçmuş Japon restaurantları kadar acımasız olmadığını söyleyebilirim. Bence gayet uygun.


Sushi malzemesi ucuz olan bir yiyecek değil, seviyorsanız ve gerçekten iyi bir sushi yemek istiyorsanız paraya kıyacaksınız:)

Hafif çiseleyen yağmur, lezzetli yemekler,  ve 20 yıllık gerçek dostla, bitmek tükenmek bilmeyen, paha biçilemez sohbet...:)

Daha ne olsun;););)

5 Mayıs 2011 Perşembe

MODA'DA İNCE SAZ...




Oyun Atölyesi'nde İnce Saz'ın bu sezon son konseri.

Her dinleyişimde bir pencereden geçmişe ve kendime baktırıyorlar beni.

Dilek Türkan'ın naif sesi, Derya Türkan'ın kemençesi, Cengiz Onural'ın besteleri.

Yorgun, uykusuz, uzak ve bir şeylerin bittiği, onsekiz yılın sonuna gelindiği duygusuyla yaşanan bir geceye çok yakıştılar.

Benim için en anlamlı albümlerinde yer alan, çok sevdiğim ''Kar'' ile başlayıp, Mazi Kalbimde Bir Yaradır, Eflatun, Çok Aşığın Var Diyorlar, Ferahfeza, Benimle Evlenir misin ve diğerleriyle devam ettiler.

Sevmek ne kelime, bayıldığım Üsküp Sevda Şarkısı ile '' Kırk düğüm atmışlar sevda üstüne, çöz getir bana'' dediler. Kan çekiyor Balkan'lardan gelen bütün havalara:)

''Son şarkı,'' dedi Dilek hanım, gece boyunca içimden ''Çalmasınlar lütfen , bu kadarını kaldıramam'' diye geçirmişken, son darbe Kalbimdeki Deniz ile geldi:)



'' İnce Saz'' çok başarılı, dinleyiniz, dinletiniz.
Oyun Atölyesi küçük ama konforlu bir salon. Online bilet satışları başladı. Çok ilgili ve nazikler. Gidiniz, seyrediniz, yaşatınız:)


23 Nisan 2011 Cumartesi

EDİRNE

Günlerden bir gün, günübirlik Edirne.
Medeni, yardımsever, hoşsohbet insanlarıyla,
Güleryüzüyle, neşesiyle
İçinde yaşayanların da, kendisi kadar güzel olduğu şehirlerden...
Batı ve klasik türk kültürünün hoş bir karışımı.
Ünlü tarihçilere göre, konumu nedeniyle, dünya üzerinde en çok savaşın (16 büyük savaş) yaşandığı kent, günümüzde ise kimsenin kimseye karışmadığı sakin sokaklarında gecenin bir yarısı yürüyebileceğiniz kadar güvenli.

Aç karnına dolaşılmasın, önce Alipaşa Çarşısın'dan çıktıktan sonra Ortakapı Caddesi'nin köşesindeki Ciğerci Niyazi Usta'da yaprak ciğer yensin, yanında çok acı, kızarmış kırmızı biberler olsun, cacık unutulmasın.



Muhakkak görülmesi gereken yerler şöyle özetlenebilir;

Merkezdeki arastaları dolaşın, alınacak kayda değer bir şey yok ancak tarihi doku çok hoş.
Tıp müzesine çevrilmiş Beyazıd Külliyesi darüşşifası ile görmeye değer. Balkan Savaşları ve Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Büyük sinagog (maalesef kalıntı halinde), Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı Saray İçi bölgesi.
Üç Şerefeli Camii'nin kapı işlemeleri, 3 farklı yoldan çıkılan minaresi. Eski Camii'nin kaligrafileri.
Eski Osmanlı başkentinde, tarihte adı geçen  Edirne Sarayı'nı arayanlar için not; 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde düşmanın eline geçmesin diye havaya uçurulan saraydan geriye yalnızca harabeler kalmış durumda.

Veeee...Uzaktan bakınca şehir tarafından kucaklanmış gibi görünen görkemli Selimiye.
Her seferinde bıkmadan usanmadan yeniden yeniden hayran kaldığım Büyük usta Mimar Sinan.
31,28 metre çapındaki devasa kubbesi, pencerelerden içeri düşen ışık huzmeleri, akustiği nefes kesiyor.
Kubbenin ve O'nun büyüklüğü altında küçücük hissediyorsunuz.










Yorulup, biraz kafa dinlemek istediğinizde huzur kaynağı Meriç kıyısına buyrun. Restaurantlarda yemek yenebilir (Lalezar'ı özellikle tavsiye ederim), çay bahçelerinde oturulabilir. Otururken bir Rumeli havası mırıldanılabilir.







Gitmişken Keçecizade'den badem ezmesi ve Kavala Kurabiyesi almak şarttır.:)


Bir çok büyük şehirle mukayese edildiğinde küçük görünse de, nasıl medeni bir şehir olunur sorusunun cevabı olabilecek Edirne; neşelidir, sıcaktır, renklidir,ucuzdur, özgürdür, demokrattır,memleketimdir.




23 Mart 2011 Çarşamba

IN THE MOOD FOR LOVE










Bir ritüeldir In the Mood for Love.
Yumeji’s Theme çalar.
Yağmur yağar.
Kadın hep birbirinden güzel elbiseler giyer.
Erkek ‘’ Kıyamete dek kalbim sana ait ’’ der.
İkisinin de gözlerinden aşk akar.


Ağır ağır, her anı yücelterek, her küçük ayrıntının hakkını vererek dolanıyor Wong Kar Wai kamerası Hong Kong sokaklarında, evlerinde, sigara dumanlarının içinde, yağmur damlalarının arasında.

Bir kadın ve bir erkeğin aşk öyküsüdür film. Hem çok sade hem çok görkemli.

Maggie Cheung’un zarafeti, ölçülü tavırları, hüznü, rengarenk elbiseleri, aklınıza mıhlanan Yumeji’s Theme ve merdivenler, merdivenler ve kaçamak bakışlar, Quizas Quizas Quizas ve kırmızı manto.

Hiç dile getirilmeyen bir aşk, beden dilinden ve yüz ifadelerinden bu kadar mı muhteşem anlatılır. Aralarındaki tek temas elele tutuşmaları olduğu halde, birlikte görüldükleri sahnelerdeki o yoğun elektrik, ağır erotizm ve tutku bu kadar mı hissettirilir seyirciye.

Aslında Wong Kar wai iki karakter arasında sevişme sahneleri çekmiş ancak bunları filme koymamayı tercih etmiştir. Bence çok da iyi yapmıştır. İçine cinsellik katmadan, büyülü bir aşkı, tutkuyu çok derin işlemeyi başarabilmiştir. Filmin sonunda Maggie Cheung’un yanında gördüğümüz çocuk Tony Leung’dandır.
Piyasada prim yapan Hollywood filmlerinin yanında bir Uzakdoğu filmi olarak fark yaratır.


Nefesimi kesmiş, boğazımı düğümlemiş, bittikten sonra bir süre konuşamamışımdır.

Aynı tarzda bir sürü elbisem olsaydı, ben hep bahar renklerini giyerdim.
Bu kadar aşık bir adam bana ‘’ Bir bilet daha olsa benimle gelir miydin? ‘’ diye sorsa, onunla her yere giderdim.
Kıyamete kadar bana ait olacak kalbe, kıyamete kadar ait olurdum.



17 Mart 2011 Perşembe

KOKU- DAS PARFUM


Dokunmak, görmek, tatmak, duymak…Hepsi kendi irademizle sonlandırabileceğimiz duyular. Gözlerimizi kapatabiliriz, dokunmayabiliriz, kulaklarımızı tıkayabiliriz, peki 
koku almadan ne kadar dayanabiliriz? Aynı zamanda ‘’nefes’’ demek olan bu duyuyu
ne kadar yönetebiliriz?
Koku almadan ne kadar durabilirsiniz?
Diğer bir deyişle  nefesinizi en fazla ne kadar tutabilirsiniz?
Kokular bizi ne kadar yönlendiriyor?
Bizi burnumuz mu yönetiyor?
Bir kokumuz olmasaydı?...


18. yüzyılda Paris’te, balık kokuları içinde, bir tezgahın altında doğan Grenoille (Fransızca’da kurbağa demektir) inanılmaz bir koku alma yeteneğine sahiptir ancak yaşı ilerledikçe kendisinin bir kokusu olmadığını keşfeder.
Herkesin kendine has olan ten kokusundan yoksun olması ve bu yüzden toplumda fark edilmemesi onu çılgın bir tutkuya sürükler.
Parfüm yapımını öğrenen Grenouille, hassas burnuyla ideal karışımlar elde edip, muhteşem parfümler yaratmaktadır. Ta ki en saf, en güzel kokunun insanlardan geldiğini, insan derisinden elde edildiğini keşfedene kadar…
Bu keşif onu bambaşka bir çılgınlığa götürecektir.


Sosyolojik ve psikolojik tahlillerle ‘’insanı’’ sorgulatırken, soyut bir kavram olan kokudan yola çıkıp, size Paris sokaklarını ter, alkol ve idrar kokularıyla, genç ve güzel bir kızı teninin kokusuyla hayal ettiriyor Patrick Süskind.

Hayatını insanoğlunun ruhunu çözmeye adamış, iç çatışmaların ve günahların derinliklerinde gezen Dostoyevski, yine insanın karanlıklarında dolaşıp, rastladıklarını portreleyen Kafka gibi, hastalıklı bir ruhu anlatırken sizi de bir katili anlama çabası içine çekiyor.

Şaşırtıcı finalinde,o müthiş güç ile; İnsanlarda sevgi uyandırmanın dayanılmaz ve alt edilemez gücü karşısında kalakalıyorsunuz.

Hikaye örgüsü, karakterleri çok başarılıdır ve bugüne dek okuduğum ‘’en iyi son’’ lardan biriyle biten kitaptır.


P.S: Beni kusursuz cümlelerine, Türkçe’mize, Türkçe’sine hayran bırakan çevirmen Tevfik Turan’a teşekkürler.